MÜRŞİDE DUYULAN İHTİYAÇ
Mürşid; irşad eden, doğru yolu gösteren, terbiye eden rehber zata mürşid denir.
Allah'ın, 99 güzel isminden biri de “er-Reşîd” dir. (Hûd Suresi, 87) Reşîd, mürşid anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dır. Allahu Tealâ Nebileri ve rabbanî alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilâhi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir. İnanan insanlara merhamet buyurup, onları ebedi azaptan kurtaracak mürşidleri insanların arasından çıkarmaktadır. Vesileleri yaratan Allahtır.
Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkıyla yapabilecek mürşidleri yetiştirmek Müslüman cemaatlerin üzerine farz-ı kifayedir. Ayet-i kerimede: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır. ” (Âl-i İmran, 104) buyurulmaktadır.
Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kabiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zata mürşid-i kâmil denir.
Umumi manada mürşid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bir mana kahramanı, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakk'a yakınlıktır.
Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velîdir. İşte böylelerinin elinde zaman zaman (Allahın izniyle) kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir.
Hasta olan insan doktora koşmaktadır. Doktor bir vesiledir. Şifayı veren Allahtır.
Fakat doktor ihmal edilirse insan mes ul olur.Vesileye sarılmadığı için çoğu zaman şifa bulamaz.Tıp kitabı okuyarak doktor olunmaz. Herkes tıp kitabı okuyarak doktor olamaz.
İnsan Anne-baba terbiyesine ,öğrenci öğretmen terbiyesine muhtaçtır.Okula gitme..! Öğretmenden ders alma…! Kendi kendine öğrenirsin..! demek abesle iştigaldir.İnsan eğitmene,öğreticiye muhtaçtır.Her meslek böyledir.Bir mesleği öğrenmek için ustanın yanında çıraklık yapmak lazımdır.
Rasülüllah (sallallahü aleyhi ve selem) Allahın en sevgili kulu olduğu halde Cebrail (aleyhisselam) dan vahiy almış. Allahü Teala Cebrail’i (a.s) vesile kılmıştır. Namazın nasıl kılınacağı emredilmiş ,Cebrail (a.s) uygulamalı olarak Rasülüllaha göstermiş,Rasülüllahda sahabelere göstermiştir.
Sadece kitap okuyarak öğrenim yetmez. Uygulamada eksiklik olur.Kur an-ı Kerim bir kitap halinde inmemiştir.Yazılı metin halinde Rasülüllaha verilmemiştir.Kalbine peyderpey yavaş yavaş 23 senede nazil olmuştur.Sadece kitab okuma yetseydi Allahü Teala Rasüller göndermeye ihtiyaç duymazdı. Kitabı açıklayacak,uygulayacak Rasüllerde göndermiştir.
İnsanın her zaman mürebbiye ,mürşide ihtiyacı vardır.
Şöyle bir misal verelim:
Bir futbolcu ne kadar kabiliyetli olursa olsun,bir antrenöre (sporcunun başarısı için spor becerileri ve straleji ile gelişimini sağlayan kişi) ihtiyacı vardır.En önemli Ahiret işlerinde de durum böyledir.Allahın rızasına ulaşmak,manevi terbiye içinde Mürşid terbiyesine girmek bu kadar önemlidir.
Üftade Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kâmil mürşidlik makamına elverişli hiç kimse kalmasa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama oturtulur.
Çoğu kere demircinin oğlu demirci, çiftçinin oğlu çiftçi olduğu gibi, peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, mürşidin yakınlarından da mürşid çıkmıştır. İbrahim a.s.'ın oğlu İsmail a.s.; Yakup a.s.'ın oğlu Yusuf a.s.; Musa a.s.'ın kardeşi Harun a.s. bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde mürşidlik görevi İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nden oğlu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüştür.Yine tıbben de sabittir ki,hastalıklar bile irsî dir.kabiliyetlerde böyledir.
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi, Şeyh Edebali hz. de manevi terbiye görmüştür.
Büyük Osmanlı ve padişahı Fatih Sultan Mehmet Han, Akşemseddin hz nin manevi terbiyesinde yetişmiştir.
Yavuz Sultan Selim Han tasavvuf ehl-i bir padişah idi.Mürşidi Kamile intisab edip,terbiye olmanın önemini şu beyitle ifade etmiştir.
Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümleden a’la imiş.
Osmanlı padişahlarının genelde tasavvuf ehli,bir mürşide intisablı olduğu bilinen bir gerçektir.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek", şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. 30'lu yaşlarında bohem (düzensiz, savruk, yarınını düşünmeden günü gününe tasasız, derbeder bir yaşayış) hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde, Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz.
"Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel,
Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel."
“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
“Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”
Kalbin terbiyesi sadece tasavvufi eserleri okumakla gerçekleşmez. Mürşit olmadan seyr u süluk noksan olur veya hiç olmaz Bu konuda Ömer Ziyauddin Dağıstani (k.s) şu uyarıda bulunur:
“Tasavvufi eserleri okumakla boş yere ömür tüketeceğine, o eserlerde anlatılanları kendisine hal yapmış ve şahsında yaşanır bir şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup, onun işareti üzere amel ederek zikir, fikir ve huzur ile Allah’tan gayri şeylerden kalbini çekmeye çalışsan, bu senin için daha hayırlı olurdu.”[1]
Bir kimsenin kamil bir şeyhin yanında bulunmadan, onun sohbetlerinden bol bol yararlanmadan, meclisinde teneffüs edilen manevi havaya alışmadan ve orada yaşanan durumların manevi zevkini tatmadan olgun bir insan olması mümkün değildir. Bunun için mutlaka olgunluğa erişmiş ve manevi alanda yol almış muhterem bir zatın sohbetinde bulunmak, o sohbetin vereceği manevi zevki tatmak ve onun irşadından istifade etmek şarttır.
Dr. Ahmet Çağıl anlatıyor: Siirt’in Tillo kazasındaki medresede vazife yapan iki hoca Hacca gidiyorlardı. Mübarekler (Gavsı Bilvanisi Hz.) de Siirt’te hastanedeydi geldiler duasını alalımda öyle gidelim diye ziyaret ettiler. Hocalardan birisi sordu, kurban dedi “Biz bu nefsi emmare’den bir türlü kurtulamıyoruz ne yapacağız?” dedi. Bu hocaların her biri 250 ye yakın talebeliye ders veriyordu. Beş vakit namazı cemaatle kılıyorlar; başka işleri güçleri de yoktu. Devamlı ilim tahsiliyle meşgullerdi. Bu hocalar bile nefsi emmare’den şikâyet ettiler. Bu haldeyken bile, ilimleri dahi olsa nefsi emmareden şikâyet ettiler. Mübarek onlara şöyle buyurdu:
“Bende dedi sizin gibiydim, talebelerim vardı beş vakit namazı camide cemaatle kılıyorduk, hatta bir vakit namaz dedi üzerimden kaza olmadı, cemaatsiz de kılmadım. Tek bir vakit müstesna, dedi. O zaman da dedi talebelerle yaylaya çıkmıştık, talebeler oyuna daldılar, yanımdan uzaklaştılar, baktım ikindi namazı geçmek üzere, ben namazı cemaatsiz tek başıma kılmaya mecbur kaldım. Ama sonradan o namazı tekrar talebelerle, cemaatle kaza ettim.” (Şafii mezhebinde bu oluyor.) “Ben ömrümde bir tek o zaman cemaatsiz kıldım. İlmimiz de var dedi. Daha sonrada “güya bir de seyidliğimiz var” buyurdu. “Gece namazları da dâhil bütün sünnetlerimi de kılıyordum, böyle olduğu halde Şah-ı Haznenin yanına gidip onun elini tuttuğumuz zaman sanki ben o zamana kadar bir Ermeniymişim, bir Ermeni Müslüman olunca onda nasıl değişiklik olursa biz de aynen kendimizde o değişikliği gördük” buyurdu.”
Gavs hazretleri(ks) böyle söyleyerek hem tevazu göstermiş hemde tasavvufun ne kadar lüzumlu olduğunu anlatmak istemişti.
Allah dostlarıyla yapılacak sohbete elde edilecek faydayı hiçbir şey temin etmez. Bunun en açık örneği Sahabe-i Kiram’dır. Sahabelerden derecesi en aşağı olan bir sahabi bile en yüksek hadis bilgininden, en değerli fakihten ve en büyük veliden daha üstün ve daha faziletlidir. Bu üstünlüğün nedeni hiçbir zaman kitap okumak ve eser incelemek değildir. Çünkü Sahabenin çoğu okur-yazar bile değildi. Bu üstünlüğün nedeni bilgi çokluğu ve kültür zenginliği de değildi.
Çünkü kendilerinden sonra gelen bilginlerin eh küçükleri bile dinin bütün konularını onlardan daha geniş ve daha ayrıntılı olarak biliyorlardı. Öyleyse geriye bir tek ihtimal kalıyor, o da onların Allah’ın Rasülü (s.a.v) ile sohbet mutluluğuna erişmiş bulunmalarıdır.
Bu öyle bir sohbettir ki, onlardan sonra gelen en büyük âlimler, onun azıcık kısmına bile ulaşmış değillerdir. Onların Hz. Rasülullah (s.a.v) Efendimizin saadetli nazarlarında ve huzurlarında aldıkları manevi feyiz, yıllarca kitap okunsa ele geçmez. Bu kesindir.
Efendimizin maneviyatına varis olan ariflerin sohbet ve nazarı da insana çok yüksek haller kazandırır. Bir arif şair bunu şöyle dile getirir:
“Evliyanın sohbetinde bir saat kalıvermen,
Hayırlıdır bir asırlık gafilâne ibadetten.”
Bu söylediklerimi tam anlamak istersen, bizzat bunu denemeli ve kendi hayatında yaşamalısın. Bunun için altı ayını ayır. Gel benden gerçek bir arifin adını ve adresini öğren. Onun huzuruna gidip manevi sohbetine gir. Göreceksin ki, oraya akıllı olduğunu söyleyerek gidecek, aptal olduğunu söyleyerek geleceksin. Çünkü o mübarek insanın sohbetleri sayesinde akıllanacak, maneviyat yolundaki boşluğuhu anlayacak, kusurlarını görecek ve geniş bir ufka sahip olacaksın.”[2]
Abdurrahmani Tahi Hz,(138.mektup):"Allah'a ulaşmak 50 bin senelik yoldur.Bu da uyanıklık ilim, amel, hac, riyazet, zühd, kusursuz namaz ve nefsi yok ederek Allah'ın rızasına ulaşılır.Bununla beraber ben 50 bin yıllık yolda elde edilecek şeylerin mürşidimin sohbeti ile elde edileceğine inanıyorum," buyurdular.
Bir de Şeyh Eşref Ali Tanevi’yi (k.s) dinleyelim:
“Allah sevgisini devam ettirmenin yolu Allah dostlarıyla sohbeti sürdürmektir. Daha fazlası yapılamazsa da, hiç olmazsa haftada ya da ayda bir kez mutlaka bu sohbetlere katılmalıdır. Sohbetlere devamdaki incelik, velilerin sahip oldukları iyi hallerin zamanla yavaş yavaş size de geçmesidir. Aslında sizlere sohbetlere devam etmek için dünya işlerinizi bırakın demiyorum. Aksine, boş zamanlarınızı sohbetlerle değerlendirmenizi istiyorum. Allah dostları ile sohbetlerde bulunma fırsatı bulamazsanız, onların eserlerini okuyunuz. Ancak bunu yaparken bu eserleri roman veya hikaye okur gibi ya da bir bilim dalına ait eseri inceler gibi okumayın. Onlarla amel etmek ve direktifleri doğrultusunda gitmek için okuyun.”[3]
Eşref Ali Tanevi (rah), Rasülullah (a s)’ın:
“Allah’ın evlerinden birinde toplanıp Kur’an okuyan, ilim müzakere eden, zikirle meşgul olan bir topluluğun üzerine muhakkak ilahi sekinet iner, kendilerini rahmet kaplar, melekler etraflarını çepeçevre kuşatıp onlara dua ve istiğfar ederler. Allah onları melekleri yanında zikreder.’[4] hadisinden şu sonuçları çıkarır:
“Müminlerin bir araya gelerek zikir yapmaları neticesinde, kalbde zikre karşı muhabbet uyanır, kalblerin nuru birbirine yansır, manevi şevk ve ilahi zevk hasıl olur. Ayrıca zikre devamlılık kolaylaşır.
Hadisten çıkarabileceğimiz bir diğer sonuç da ‘nisbet’ diye isimlendirilen manevi nimetlerden istifadenin mümkün olduğudur. Görüyoruz ki, zikirle meşgul olmaktan dolayı kalpte yüksek haller ve lezzetli durumlar meydana gelmektedir. Bu hal sürekli olunca manevi ilerleme elde edilmektedir. Hadiste ‘sekinet’ lafzı ile tabir edilen manevi nimetlere, sufilerin ıstılahında ‘nisbet’ denilmektedir.”[5]
Mürşidin konumu çok önemlidir. Kamil mürşitler bütün insanlık için bir değer ve cevherdir. Onlar, sevgi kaynağı ve ilahi rahmet kapısıdır. Allah dostlarının gönlü Hz. Peygamberin (s.a.v) gönlündeki rahmeti, merhameti ve sevgiyi yansıtır. Onların elleri Hz. Peygamberin (s.a.v) saadetli elini temsil eder.
Bu ince konuya büyük arif İmam Sühreverdi (k.s) şöyle dikkat çeker:
“Peygamber varisi kamil mürşide yapılan intisap, aslında Rasülullah’a (s.a.v) yapılan bey’at sünnetini ihya etmektir. Bu intisap ve tövbe mürşitle sohbet yolunu açar. Asıl menfeat sohbetle hasıl olur. Meşayıhtan çoğunun şöyle dediğini işittim:
“Bir kurtuluşa ereni görmeyen kurtulamaz.” Bizim için Rasülullah (a.s) Efendimizin her işinde güzel bir örnek vardır. Rasülullah’ın (a.s) ashabı bütün ilim ve edepleri ondan (a.s) alıyorlardı. Öyle ki, hacet görme gibi basit bir işte bile Efendimiz (s.a.v) onlara edep öğretiyordu.
Bunun için Sahabeden bazıları:
“Rasülullah (as) bize, helada kaza-i hacetin nasıl yapılacağına varıncaya kadar her şeyi öğretti.’[6] demişlerdir.”[7]
Bu nur iklimine adım atmaya ve orada kalp ayağı ile yolculuk yapmaya arifler “seyr u sülük”ismini verirler. Manası, sevgi ve iradeyle Yüce Allah’a gitmektir. Bu yola girene mürit denir. Mürit, Allah rızasını isteyen kimse demektir. Yolun rehberine mürşit denir. Bu mürşit, Yüce peygamberimizin hayatına uygun bir tarzda yaşayan kişidir.
Elinden tutanı yüce makamlara götürür. Bu yolda müride gelecek manevi rızıklar onun vasıtasıyla gelir. Bunun nasıl gerçekleştiğini büyük arif Şihabüddin Sühreverdi (k.s) şöyle belirtir:
“Bir mürit hak yolunda kamil mürşide intisap edince, onun manevi tasarrufu altına girmiş olur. Bu şekilde onunla hukuku başlar. Artık mürşitten terbiye ve edep alır. Mürşid kalbi müridin kalbini feyiz ile besler ve destekler. Bu tıpkı bir lambanın aradaki fitil yoluyla kandilden gaz yağı çekip ışık vermesine benzer. Aynı şekilde mürit mürşidine bağlı olduğu sürece onun kalbinden nur çeker, feyiz alır. Mürşitte bulunan manevi haller, müridin onunla sohbeti ve kabiliyeti nisbetinde kendisine geçer.
Kalp yoluyla feyiz alış verişi bazı şartlara bağlıdır. Önce mürit sadık ve samimi olmalıdır. Sonra kendi iradesini ve nefsin boş arzularını bir kenara bırakıp bütünüyle mürşidin iradesine teslim olmalıdır.
Bu teslimiyet olmazsa mürşit, müritte tasarruf edemez, ona feyiz veremez. Bu teslimiyet terbiye için ilk basamaktır.
Teslimiyet sayesinde mürit ile mürşidi arasında ruhi bir bağlantı oluşur. Mürit mürşidinin bir parçası durumuna gelir. Sonra mürşit,. müridi bir derece ilerletir ve her şeyi ile Yüce Allah’a teslim olma makamına çıkarır. Artık mürit, daha önce mürşidinden ilim ve feyiz aldığı gibi, bu makamda doğrudan Yüce Allah’tan ilim, nur ve feyiz almaya başlar. Kamil mürşidin rehberliği ile bunu yapabilecek hale gelir. Bütün bu hayırların temeli teslimiyet, sohbet ve mürşidin nazarlarıdır. intisap bunun başlangıcıdır.”[8]
Mürşit bu işte kendi başına hareket etmez. Mürşit, irşat işinde Rasülullah (a.s) Efendimizin vekilidir. Onun rehberi ve destekçisi de Hz Peygamber’dir. (s.a.v). Bunu İmam Sühreverdi (k.s) şöyle ifade eder:
“Manevi terbiyede mürşidin eli Rasülullah (a.s) Efendimizin eli yerindedir. Çünkü mürşit, irşat işinde Hz. Peygamberin varisi ve vekilidir, onun işini yürütmektedir. Bundan dolayı müridin mürşidine teslimiyeti, aslında Allah ve Rasülü için bir teslimiyettir. Şu ayet buna işaret eder:
“Rasülüm! Sana bey’at edenler, şüphesiz Allah’a bey’at etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Artık kim verdiği sözü bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona bü yük bir ecir verecektir.”[9]
Mürşit, müridin önünde duran bir örnektir, o aynı zamanda bir ayna görevi yapar. Mürit ona bakarak Allahu Teala’nın ve Rasülünün (a.s.) razı olduğu şeyleri görüp anlamaya çalışır.
Mürşit, müridin işlerinde keyfi göre tasarrufta bulunmaz. Çünkü mürit onun yanında Allahu Teala’nın bir emanetidir. Mürşit kendisinin, dini ve dünyevi mühim işleri için Allahu Teala’dan yardım istediği gibi, müridin işlerini çözerken de yardım ister.[10]
Nakşibendi yolunun büyüklerinden İmam Rabbani (k.s), maneviyat yolcusunun bu yolda neye muhtaç olduğunu şöyle ifade eder:
“Hakikaten dini yaşamak ve şeriata uygun amel etmek, ehl-i sünnet ve’l-cemaat yoluna girmeye bağlıdır. Veliler kurtuluş fırkasını temsil ederler. Bu büyüklere tabi olmadan kurtuluş çok zordur.
Bunların davet ettiği hak yola uymadan kimse felaha eremez. Akla, nakle ve keşfe dayalı deliller bunu ispat etmiştir. Bu gerçek hiç değişmez. Bütün hal ve hayatları sırat-ı müstakim olan bu zatların takip ettiği edep yolundan azıcık olsun uzaklaşan kimselere yanaşmamalıdır. Böyle kimselerin sohbeti insan için öldürücü bir zehir gibidir. Onlardan sakınmalıdır.”[12]
“Mürşit elinde seyr u süluk yapmaktan gaye, nefsin kötü huylarından temizlenmektir. Ancak o zaman Yüce Allah’a güzel kulluk yapmak mümkün olur.”[13]
Yine bu büyük veli der ki: “Mürşidin müride faydası bir anlık değildir. Manevi terbiye ve feyiz alış verişi devamlıdır. Manen kuvvetli olan mürşidin kalbi, kendisine yönelen zayıf kalpli müridi devamlı destekler. Mürit zamanla mürşidinin boyasıyla boyanır, onun güzel halleri ile hallenir ki bu da müridin mürşidine muhabbetine bağlıdır.
İÇ ÂLEMİN İHYASI
Kalbini nefsinin esaretinden kurtarıp güzel ahlak ile süsleyenlere kamil insan denir. Bu hal, gerçek hürriyettir. İşte Allah dostlarının bütün çabaları bu hürriyet halini ele geçirmek içindir. Bu iş insanın ihyası demektir. Bu ihya hareketi, kalpten başlar, diğer merkezlerde devam eder. İnsan da sadece kalp yoktur. Kalbin yanında ve yardımında başka cevherler de vardır. Bunlar ruh, sır, hafi, ahfa, nefs-i natıka, vicdan, irade ve akıl gibi insana has cevherlerdir. Hepsinin merkezinde kalp bulunur. Bütün iş kalbe bağlıdır. Kalp vücudu temsil eder. Vücutta her şey kalbe göre şekillenir.
Kalbin iyi veya kötü durumu vücudun bütün organlarını etkiler. Kurtuluş, kalbin bütün inkar ve isyan çeşitlerinden temizlenmesine bağlıdır. Yüce Rabbimiz bu gerçeği şöyle hatırlatır:
‘Şirk ve isyandan temizlenen, Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse muhakkak kurtulmuştur.”[15]
“Nefsini günah kirlerinden temizleyen kurtulmuş, onu günahla kirleten de helak olmuştur.”[16]
Rasülullah (s.a.v) Efendimiz bu mühim konuya şöyle dikkat çeker:
“Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki o iyi ve sağlam olursa, bütün beden sağlam olur. O bozuk olursa, bütün beden bozuk olur. Bilesiniz ki o, kalptir.”[17]
Bu kalbi gafletten uyandırmak, kötü sıfatlardan arındırmak, nefsin esaretinden kurtarmak ve Yüce Allah’ın zikri ile huzur bulduğu bir hale getirmek dünyanın en mühim, en zor ve en gerekli işidir. Bu işe büyük cihat denir. Bu cihat, insanın içini ve dışını yani bütün hayatını içine alır. Büluğ çağından başlar, son nefese kadar bir ömür boyu devam eder. Hedefteki düşman devamlı kötülüğü emreden nefisle şeytandır.
Rasülullah (a.s), bir harp dönüşünde: “Küçük cihattan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız.” buyurdu. Ashab:“Ey Allah’ın Rasülü büyük cihad nedir?” diye sorunca:
“Uyanık olun, dikkat edin. Büyük cihat, Allah’a güzel kulluk için nefsinizle vereceğiniz mücade!edir.”[20] buyurdu.
Tasavvuf terbiyesinde, başından sonuna kadar bu işlere “seyr u süluk” ismi verilir.
İsmail Ankaravi (k.s) (1042/1623), demiştir ki:
“Tasavvuf terbiyesinde sefer deyince, yukarıdaki hadiste belirtilen durum anlaşılır. Bu sefer, sufinin iç aleminde gerçekleşir. Bu seferin aslı her türlü kötülükten uzaklaşmaktır. Bu seferin sonunda salik, Cenab-ı Hakk’a ulaşır, huzur bulur. İnsanın kemali ancak, bu şekildeki bir seferle alacağı terbiye ile mümkündür.”[21]
Bizim sohbetimize katılanların kalbine ilahi muhabbet tohumları ekilir. Ne var ki, bazı kimseler, içlerini saran şehvet ve dünyevi kirlerden dolayı bu muhabbet tohumlarını geliştiremezler.
Bize düşen görev, müritlerin kalplerindeki kirleri gidermek ve kalpte ilahi muhabbet tohumlarının gelişmesini engelleyen zararlı maddeleri temizlemektir. Kalplerinde muhabbet tohumu olmayan kimseler için yapmamız gereken, onların gönüllerine ilahi muhabbet tohumlarını ekmemizdir.
Eğer bu kimseler elden geldiği kadar hallerini korumaya gayret gösteriyor ve feyiz almak için nefsin engellerini aşmak için çaba harcıyorlarsa, bu durumda bize düşen vazife, feyiz ve şefkatle onların terbiyesi ile meşgul olmaktır. Bu terbiye gece gündüz devam eder. Onların bize uzak veya yakın olmaları fark etmez.
Hacegan yolunun büyüklerinden Mevlana Hüsameddin Buhari’nin babası Mevlana Hamidüddin Şaşi vefat döşeğinde idi. Bu zat büyük alimlerdendi. Şah-ı Nakşibend’le aynı dönemde yaşamıştı. Şah-ı Nakşibend’e büyük hürmet, sevgi ve saygıları vardı. Fakat o kalp doktoruna teslim olup seyru sülük terbiyesi almamışlardı. Oğlu Hüsameddin Buhari ise Emir Hamza’nın (k.s) halifesi idi. Emir Hamza da Seyyid Emir Külal’in (k.s) oğludur. Hamidüddin Şaşi vefat anında sıkıntı ve ızdıraba düştü. Oğlu ve dostları baş ucunda idiler. Bir ara oğlu: “Ne haldesin?” diye sordu. Babası:
-Benden şu anda kalb-i selim istiyorlar. 0 da bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum! dedi. Hüsameddin Buhari babasına:
-Bütün kuvvetinizle bana yönelin, kalbinizi bana bırakın. Selim kalbin ne olduğunu anlayacaksınız! dedi. Ve derin bir murakabeye daldı. Bir saat kadar öyle kaldı. 0 anda Cenab-ı Hakk’a yönelip babasını bu ızdırap ve endişeden kurtaracak ilahi rahmet ve sekinet istedi. Gözlerini açtığında, babasının yüzüne bir nur, üzerine bir huzur ve sükunet inmişti. Kalbi ayrılık, yalnızlık ve ölüm endişesinden kurtulup Allah ile huzur bulmuştu. Artık mutmain olmuştu. Bu arada gözlerini açtı, bulduğu huzurun sevincini ve kaçırdığı fırsatın hasretini şöyle dile getirdi:
-Oğlum! Allah sana bol mükafat versin. Meğer, bize lazım olan iş bütün ömrümüzü bu kalbi elde etme yolunda harcamak imiş. Fakat ne yazık ki, ömrümü başka türlü zayi ettim! dedi. Ne mutlu bu babaya ki salih evladının dua ve gözyaşı bereketi ile Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu, huzur içinde dünyadan göçtü.”[31] ( Sh: 38 )
Gavs-ı Hizânî’ hazretlerinin halifelerinden Mevlânâ Hâlid-i Ölekî, Hz. Ömer’in [radiyallahu anh] soyundan olduğu rivayet edilmektedir. Şirvan’da doğup büyüdüğü için Şirvanlı Molla Hâlid-i Ölekî olarak da anılır. Ölek, Şirvan ilçesine 16 mil uzaklıkta bir köydür. Günümüzde Şirvan Siirt iline bağlı bir ilçe, Ölek ise, Bitlis ilinin merkez köylerinden biri olmuştur. Hâlid-i Ölekî’nin doğum ve vefat tarihi kayıt alıntına alınmamış, ancak Doksan üç Harbi’nde (1877-1878), Osmanlı-Rus savaşında şehid edildiği rivayet edilmiştir. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin halifesi olup müdakkik ve muhakkik bir âlimdir. Kendisine ilminden dolayı “Zamanın Şâfiîsi” denilmiştir. Hatta Gavs-ı Hizânî [kuddise sırruhu] ona zaman zaman, “Seyda” diye seslenmiştir. Şeyh Fethullah Verkânisî [kuddise sırruhu] onun hakkında, “Zekâ ile hıfzın bir arada bulunması gerçekten az rastlanır bir durumdur. Şimdiye kadar bu özelliği iki kişide gördüm. Biri Bedîüzzaman, diğeri ise Molla Hâlid-i Ölekî’dir” demiştir.
Hâlid-i Ölekî hazretleri, Şark vilayetinin adliye müfettişliğini yapardı. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi zâhirî ilimlerde, İbn Hacer ve Seyyid Şerif Cürcânî hazretleri kadar âlim olduğunu iddia ederdi. “Bütün din kitapları ortadan kalksa, bu ilimleri yeniden ihya ederim” derdi. Şeyh Hâlid-i Ölekî, Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin [kuddise sırruhu] ismini ve namını işitmiş, gidip görmeyi niyet etmişti. Giderken de bazı zor sorular hazırlayıp sormayı ve onu zor durumda bırakmayı düşünüyordu. Seyyid Sıbgatullah hazretleri [kuddise sırruhu] onu yolda karşıladı, güzelce misafir edip ağırladı. Sohbet esnasında Seyyid Sıbgatullah [kuddise sırruhu],
— Bir kimse, bir talebemize şöyle bir sual sorsa, talebemiz o sorana şu şekilde cevap verir, diyerek, Şeyh Hâlid’in gelirken hazırladığı bütün soruları teker teker, pek güzel bir şekilde cevapladı. Son soruyu cevaplandırdığında Hâlid-i Ölekî,
— Üstadım! Beni affediniz, tövbe ettim, diyerek ellerine sarılıp öptü. Birkaç gün sonra müfettişlik görevini terkederek Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin dergâhında diz çöktü. Pek çetin riyazet ve mücahedeler çekerek nefsini terbiye etmeye başladı.
Nefsinin kötülüklerinden kurtulmak için istediklerini değil istemediklerini yapardı.
Seyyid Sıbgatullah hazretleri [kuddise sırruhu] ata binerken, sırtıma basarak binsin diye koşar, önünde eğilirdi. Seyyid Sıbgatullah hazretleri ise, onu bundan meneder, bir daha böyle yapmamasını tembih ederdi. Şeyh Hâlid-i Ölekî bu ihlâsıyla şeyhinin teveccühüne mazhar olup velilikte yüksek makamlara ulaştı.
Vaktiyle Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerine gelip intisap eden, nefsini onun hizmetine veren doğunun bu büyük âlimi Molla Hâlid-i Ölekî’ye [kuddise sırruhu] sordular:
– Sen bu kadar ilim sahibi iken neden gelip de Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’ye bağlandın? Onun hizmetinei girdin, dediler. Molla Hâlid’in nefsini aşağılayarak verdiği cevap çok ilginçtir:
Hıristiyan papazının ortak olduğu ilmi ne yapayım!