Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Bütün hamdler Allah’a mahsustur.
Öyle Allah ki, edebi; yakınlık ve dostluk için bir anahtar, nazar ve kerem erbabından feyz kazanılmasına bir sebep kıldı.
Edebi kötü yapanı nihâyetin zirvesinden, uzaklığın ve azgınlığın en alt noktasına attı.
Ey Allah’ım!..
Senden ahlâkı, hamiyeti, anlayışı, doğru yolu ve senin amelden ve takvadan sevdiğin şeye muvaffak olmayı isteriz.
Sâlat ve selâm, hikmetlerin ve dirayetin menbaı olan Peygamber Efendimize (s.a.v.), hadisleri nakleden ve en son seviyesinin de en son seviyesinde O’nun edepleriyle edeplenen âlinin üzerine olsun...
FEYZ ALMAK...
Akıl sahiplerine gizli olmaya ki;
Tasavvuf büyüklerinden, bilakis Peygamberlerden ( Hepsinin üzerine sâlat ve selâm olsun) tam feyz almak iki unsura bağlıdır. Üç unsura bağlıdır diyenlerde olmuştur.
İlki ihlâs, ikincisi edeptir. Çünkü feyz elde etmek ancak Allah dostlarının kalplerinden olur.
Şimdi bir mürid ki, onun kalbi ihlâs elbisesinden soyulmuş, ya da Allah dostları hakkında edebe aykırı hareketi varsa, bu durumda o müride o zatların feyzle dolu iç âlemleri meyletmez.
Üçüncü unsur ise, Allah dostlarına muhabbet etmektir. Çünkü muhabbet feyzin çokluğuna ve fazlalaşmasına sebeptir...
Bir müridde zikrolunan üç unsur ziyade olduğunda elde edilecek olan feyzinde, hiç şüphesiz o miktarda artacağı kesin bilinen gerçektir.
Dahi denildi ki; Feyz almaya tek bir sebep vardır ki; o da mürşide muhabbet duymaktır. Lâkin muhabbetin zorlanmaksızın ve şüphesiz olması lazımdır.
Çünkü muhabbet; müridin iç aleminden, mürşidin bâtınına akan bir mânevî nehirdir. Bu nehr-i mânevî (mânevî nehir) sebebiyle sürekli olarak feyz almak hâsıl olur.
Nehr- i mânevînin genişliği ise, müriddeki muhabbetin azlığı ve çokluğuna göredir.
Çünkü muhabbetin coşması anında o mânevî nehir, deniz gibi olup müridin kalbi mürşidin tarafına teveccüh eder.
Bilakis muhabbetin galip olması sebebiyle mürid, şeyhinde fânî olup mürşidin bütün halleri bir defada müridin kalbine aksetmiş olur. Çünkü seven kimse, sevdiğine karşı, edebe riayette ve ihlâs da titizlik gösterir.
Nitekim: “Bir şeyi sevmek hem kör hem de sağır eder” denildi.
Böyle olduğunda, seven kişi, sevdiğinde ayıp ve eksiklik göremez ki, kendisinden ihlâs ve itimat yok olup gitsin.
Dahi mâlum ola ki;
İhlâs, muhabbet ve edeb, gerçekte Allahutaâlâ tarafındandır. Çünkü her bir makama lâyık ve ona münasip edep vardır.
Bundan dolayı, bu hususta gayret göstermeli ve Mevlâ tarafından kalbe verilen feyzin kalıcı olduğunu unutmamalıdır. Edeplerin cüzleri, kitaplara sığmaz denilmesi bundandır. Tasavvuf tamamıyla edepden ibarettir...
EDEB...
“Tamamına ulaşılamayan şeyin hepsi de terk edilemez” sözünün gereğince, edebin türlerinden bazısını açıklayan geçmiş âlimlerin yoluna uyuldu ve burada da kısaca anlatmakla iktifâ edildi. Açıklanmayan diğer edepler açıklananlarla kıyas olunsun.
“ Allahutaâlâ doğru yola ulaştırıcıdır.”
Allahutaâlâ beni ve seni, sevdiği ve razı olduğu şeye muvaffak etsin. Çirkin ve rezil eden şeyden muhafaza etsin.
Mürşid hakkında uyulması gereken edepler:
1- Niyet edebi.
2- Rabıta edebi ve şeyhin hizmetinde bulunurken huzur edebi.
3- Mürşid ile huzur edebi.
4- Mürşid ile konuşma edebi.
5- Mürşidin işlerinde hizmet edebi.
6- Feyiz talebi için kalbi hazır kılmak, ihlâsın keyfiyeti ve talep edebi.
7- Vird ve hatm edebi.
8- Seyr-i sülûk, nefis ve şeytanla mücadele edebi.
Niyet Edebi:
Şeyh İbn-i Hacer (k.s.) Hazretleri’nin kavlî üzere; niyet, dinin esaslarının başıdır. Bundan dolayıdır ki Rasûllüllah Efendimiz bir hutbe esnasında: “Ey insanlar! Ancak ameller niyetlere göredir” buyurmuşlardır. Başka bir hadis-i şerifde de, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” buyurdu.
Ayrıca, Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki: “Ancak her kişi için kendisinin niyet ettiği şey vardır. Öyleyse her kim ki, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne ise, o kişinin hicreti Allah ve Rasûlü’nedir.
Ve her kim ki onun hicreti nâil olacağı dünya için ve nikah kıyacağı kadın içinse, onun hicreti, hicret ettiği şeyedir.”
Bu nedenle niyet ve ihlâs, her şeyden daha lüzumludur. Ta ki müridin talep ettiği şey elden kaçmasın ve bilakis yakınlık uzaklaşmaya, rıza da azaba dönüşmesin. İhlâs her amelde vacibdir. Özellikle amelde en mühim ve lüzumlu olandır. “Kalbi amelin hepsi de niyetin ta kendisidir” denilmiştir.
Muradında sadık olan mürid için niyet edebi şudur:
Kalbinin yüzünü Şeyh’i vasıtasıyla o zat tarafına döndürür ve Zât-ı Bâri’yi (yaratıcıyı) kasdeyler.
Yani dünyevî ve uhrevî unsurları ve bâtıni haller olan yakınlık, velâyet, tesir etmek, irşad, marifet ve diğer geçici şeyleri murad etmez.
Bu bir şart iledir ki:
O teveccüh, kulluk edepleriyle beraber sadece Allahutaâlâ Hazretleri’ne olmalıdır.
Reşahat isimli kitabın sahibi (r.a.) der ki:
“Mürid zâta müteveccih olduğunda sıfatlara teveccüh etmesi sahih olmaz. Çünkü zata teveccüh etmek, sıfatlara teveccüh mertebesinden daha yüksektir.”
Ve dahi gizli olmaya ki:
“Zata teveccüh” demekten murad, künh ve hakikat itibarıyla değildir. Çünkü künh ve hakikata itibar haramdır.
Bilakis teveccüh, Allah’a (c.c.) ortak koşulmaması ve Allah’tan başka her şeyin yok sayılması itibarıyladır.
İşte bu zikrettiğimiz teveccüh, sadece “muhabbbet-i zâtiye” sahibi olanlara mümkün olur. Çünkü o makam sahiplerinin indinde lütuf ve kahır eşittir. Nitekim, “Sevgiliden ne sadır olursa, o şey de sevgilidir” denilmiştir.
Mürid olmayan kişinin niyeti sadece Allah rızası olup şeyh’i imtihan etmeyi düşünmemelidir. Çünkü böyle kişiler mel’undur. Ayrıca keramet görmeği dahi istememelidir. Çünkü velilikte, keramet şart değildir. Keramet, şeyhin daha faziletli olmasına da alamet değildir. Nitekim İbn-i Hacer’de kitabının hatimesinde böyle açıklamıştır.
Bazen olur ki; şeyh’de keramet olur fakat göstermesine izin verilmiş olmaz. Ya da izinli olur ama göstermeyi uygun görmez.
RABITA...
Mürid, iki gözün arasında mürşidini hayal eder, iki gözü arasına nazar edilmesi önemlidir. Çünkü orası feyz mahallidir.
Sonra mürşide tazarru ve tevessül edindiğin halde, mürşidin ruhaniyetini hayal hazinesine dahil ve orada hazır, kalbe ve derinliklerine derece derece nüzûl ettiğini mülahaza kılıp, sen de arkasından yavaş yavaş gidip, nüzûl edip hayal gözünden kaybetmeyesin. Hatta nefsinden gaib olasın. Çünkü kalbin derinliğine nihayet yoktur ve seyr-i ilallah hasıl olur. Eğer bütün haller bu rabıta ile olsa, nüzûl yönünden daha süratlidir. Çünkü maksut zattır, rabıta ise ancak senin için seyr-i ilallah’a vesiledir.
Eğer denilirse ki;
“Rabıtaya sabit bir delil var mıdır?”
Biz deriz ki: “Evet, Kitap, sünnet ve kıyas ile sabittir.”
Kitabi delil: Allahutaâlâ’nın, “O’na doğru bir vesile talep edin” kavli şerifidir.
Eğer denilirse ki: “Burada vesilerden murad rabıtanın gayrısıdır”, biz de deriz ki, “Mefhum umumidir. Âyette vesile talebiyle emir buyrulmuşsa, o zaman rabıta da vesilelerin en efdalidir. Çünkü vesile Peygamberimiz (s.a.v.) ya da vekilleridir.”
Allahutaâlâ’nın “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz” kavli şerifi de aynı şekilde rabıtaya işarettir. Çünkü tâbi olmak, tâbi olunanın görülmesini ya da hayal edilmesini gerektirir. Zaten böyle olmasa buna tâbi olmak da denilmez.
Sünnetdeki deliline gelince: İmam-ı Buhari’nin zikrettiği şu hadistir; Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) bir gün Hz. Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Hazretleri’ne şikayette bulunmuş ve “Ruhaniyet hasebi ile helâda bile hayalimden ayrılmıyorsunuz” diye hâlini anlatmıştır.
Hz. Sıddık-ı Ekber bu sebeple Peygamber Efendimizden (s.a.v.) gayet haya ederdi.
Kıyas ile deliline gelince: Vesileleri, zâtı kastedilen için, bir takım araçlar ve maksuda yardımcı olması haysiyetiyle hayal etmekte bir beis yoktur. Ancak menedilen, nefsi ve vesileleri “zatı kastedilenin kendisi” kılmaktır. Lâkin hâl böyle değildir. Münkirler ise, iki işin arasını fark ve temyizden kusurludurlar.
“Şüphesiz habibim, senin hayatına yemin ederim ki, onlar hayret ettikleri halde elbette sarhoşlukları içindedir.”
Mürşidin hizmetine gelme edebine gelince:
1- Abdestli olmak
2- Bütün günahlardan, kusurlardan ve gafletten onbeş kere yahut daha fazla istiğfar etmek.
3- Fâtiha ve İhlâs-ı şerif okuyup mürşidinin ruhaniyetine hediye etmektir.
Sayılan bu üç şart, seyr-i sülûğa başlamadan öncedir.
Seyr-i sülûk esnasında ise feyz almak için kalbini tamamen bağlamalıdır. Lâkin bu rabıta ihlâs ve muhabbet şekli üzere son derece yalvarma ve boyun kırıklığı ile olmalıdır. Mürşidin ruhaniyyetinin kendisiyle beraber olduğuna ve nerede olursa olsun mürşidin nazarında olduğuna kesin inanmalıdır. Çünkü ruhaniyyet için perde, uzaklık, yakınlık, madde ve müddet yoktur. Buna binaen, bundan dolayı mürşidin ruhaniyyetinin hazır olması, müridin kalbinin hazır olmasıyla beraberdir. Çünkü ruhaniyyet mahiyeti anlaşılmayan bir anlık bakıştan daha süratlidir. Makbul olan müridden, uyanıklık ve uyku halinde mürşidin ruhaniyyeti asla kesilmez. Daima müridle beraberdir. Mürşid, Allah’a kavuşmaya vesile olduğu için; mürid, mürşidini göz açıp kapama miktarı unutsa mürid olamaz denilmiştir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) devamlı görür gibi olunmasına sebep olan haslet budur. Çünkü şeyhte fâni olmak Rasûlüllah’da fâni olmanın, başlangıcıdır. Bundan dolayı bazı tarikat erbabı;
“ Eğer Rasûlüllah Hazretleri bizden göz açıp kapama miktarı kaybolsa kendimizi Müslüman topluluğundan saymazdık” demişlerdir. Feyzin bağlı olduğu şey budur.
Mürşidin karşısında durma edebi:
Mürşidin karşısında durma edebi ise ya zâhir hasebiyledir, ya bâtın hasebiyledir.
Mürşidin karşısında dururken yapılacak zâhiri edep; Mürid mürşidinin yüzüne bakmayarak, mürşidin karşısında boynunu eğip, sanki kendisi, efendisinden kaçmış ve geri getirilmiş bir köle gibi tevâzu ile durmalıdır. Mürşidi emretmediği müddetçe oturmamalıdır. Dini bir ihtiyaç, yahut da mürşide ait bir iş olmadıkça kendiliğinden konuşmaya başlamamalıdır. Mürşidin huzurunda bulunanlarla konuşmamalıdır. Mürid olan kimse, her ne kadar yaşlı bile olsa konuşmaktan kaçınmalıdır. Aşık olan kimse aşık olduğu kimseden başkasına bakmıyor ve düşünmüyorsa, mürid de öyle durup mecliste olanlara asla bakmamalı ve meyletmemelidir. Çünkü müridin mürşide aşık olması ve hürmeti Allahutaâlâ için olduğundan, mürşide aşık olmak ve hürmet Allahutaâlâ’yadır. Sessiz ve gözleri kapalı olarak durup, şeyhinden feyiz almak için yalvarma ile beraber şeyhin kalbine yönelici olmalıdır.
Özetle, mürşidini Rasûlüllah’ın (s.a.v.) vekili ve hüküm vermede sultan saymalıdır. Ve mürşidine karşı yaptığı davranışları, Resulullah’a yahut sultana olan muamele gibi bilmelidir. Çünkü Hadis-i şeriflerde; “Âlimler Peygamberlerin varisleridir”, “Kavmi içindeki âlim, ümmeti içindeki peygamber gibidir” ve “Benim ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir” buyurulmuştur.
Bir şeyhin sahih ve hakiki olduğunu meydana çıkarmaya layık kimseler katında bu hadis-i şerifin gerçek manası şudur: Hadis-i şerifteki âlimden murad, ilminin gereğiyle amel eden ve Allah’ı bilen kimsedir. Çünkü, Allahutaâlâ’nın kelamının delil olmasıyla, ilmiyle amel etmeyen âlim eşeğe benzer.
( Cuma Sûresi, 5. Âyet-i Kerîme)
Böyle olunca, ilmiyle amel eden âlim ile amel etmeyen âlim arasında büyük fark vardır. Bilakis hiçbir şekilde karşılaştırılmaları bile câiz değildir. Çünkü Allahutaâlâ ilmiyle amel etmeyen âlimleri, “İnsanlara iyiliği emreder, kendinizi unutur musunuz?” kavli şerifiyle azarlamıştır. Günah işlemekten dönüş ve Allahutaâlâ’ya itaat etmeye kuvvet, ancak Yüce ve Ziyade büyük olan Allah’ın yardımıyladır.
Ruhen mürşidin karşısında durma edebi; Mürid, mürşidin karşısına çıktığında, müridin kalbi gafil ve şeyhe karşı nefsinde meyilsizlik, şeyhi çirkin görme, beğenmeme olmamalıdır. Çünkü bu sayılanların hepsi, mürşidin kalbinin müridden nefret etmesini, mürşidin nazarından düşmesini ve kalbinden çıkmasını icap ettirir. Her bir müridin mürşid kalbinde karargahı vardır. “Yedinci kat semadan yerin en altına düşmek kalp erbaplarının kalplerinden düşmekten hayırlıdır”. Allahutaâlâ bizi ve sizi bundan korusun ve Ashab-ı Kulûb’ü nefret ettirici şeylerden bizi uzak etsin...
Çünkü Ehlullah’ın nazarından düşmek, Hakk’ın nazarından düşmektir. Bu nedenle de Bâtın Eshabının kalbinden düşmek helak olmanın başıdır. Bundan dolayı mürşidin karşısında gafletten uzak olduğu hâlde, vukuf-u kalbi rabt ederek, iç feyzi talep edici olarak kalbini mürşidin kalbine muhabbet ve yalvarma şekli üzere bağlayıp, mürşidin kendine yönelmesini beklemelidir. Ve mürşidin feyzinin ufku doldurup kapattığına ve müride gelmesinin ise müridin talebine bağlı olduğuna kesin olarak inanmalıdır. Her ne kadar feyzin geldiğini anlamasa da böyle inanmalıdır. Çünkü feyzin gelmesi için idrak şart değildir. Bilakis şart olan müridin feyzin geldiğine sırf inanması ve feyzin geldiğine hüsn-i zan etmesidir. Dünya ehlinin iş icabı veya dünya işlerinden bahsedenlerin mürşidin karşısında bulunmaları müride zarar vermez.
Mürid, mürşidin karşısında oturmayı uzatmamalıdır. Çünkü mürşidin kalbinin nefret etmesinden kaçınmak lazımdır. Böyle olmaktan Allah bizi korusun. Feyz-i bâtıniden mahrum kalmamak için, mürşidin bâtınından gafil olup zâhiriyle meşgul olmamalıdır. Çünkü mürşidin zâhiri, zâhir erbabı için, bâtını da bâtın erbabı içindir.
“Mürşidim başka kimseye nazar ettiğinden ve onunla konuştuğundan benden gafildir. Ben bu halde mürşidimden nasıl feyz alabilirim” şeklindeki bir düşünceyi aklına getirmemelidir. Çünkü bu düşünce mürşide olan itikadın azlığından ve bilakis mürşide olan kötü zandan meydana gelir. Hâlbuki her durumda da mürşidden feyiz talep etmek hâsıl olur. Çünkü mürşid bir mertebededir ki, halkla meşgul olması ona Hakk’dan ayırmaz. Hakk ile meşgul olurken de halktan gafil değildir.
Bilakis bütün müridler, mürşidin kalbinin ortasında hardal tanesi gibidir. Özellikle, “Beni, yerim, göğüm almaz. Ancak mü’min kulumun kalbi alır” hadis-i kudsîsi buna yeterli delildir.
Ve şeyhini mertebece öyle ayrı tutmalıdır ki; eğer şeyhim olmasa yeryüzünde beni Rabbime ulaştıracak başka bir şeyh yoktur, diye inanmalı ve bu âlemde hiçbir kimse mevcut değil ve Mevlâ’dan başka, hiçbir şey bâkî değildir diye düşünmelidir.
Bundan dolayı bütün mevcudat baştan aşağı müridin görüş açısından yok olduğu için, insanların kendisini ayıplamasından korkmamalıdır.
Mürşidinden son derece korku hâli üzere olup, mürşidin yardımını ümit ve çok arzu etme hâlinden uzak olmamalıdır. Malından, evladından bilakis kendi canından çok mürşidini sevmelidir. Kendisinin mutluluğunun mürşidinin kendisinden razı olmasında, şekavetinin ise mürşidinin kendisini kovmasında olduğuna kesin olarak inanmalıdır. Mürşidini, şeyhinin şeyhi üzerine takdim etmelidir. Çünkü mürşidi kendisini kovmuş olsa şeyhinin şeyhi de kovmuş olur. Aynı şekilde Rasûlüllah’a (s.a.v.) kadar uzanan silsilede bulunan bütün şeyhler kendisini kovmuş olur. Çünkü mürşidin razı olması, kendisine vekil olunanın, yani Râsûlullah’ın rızası ve sevgisidir. Bundan dolayı mürşidin razı olması dolayısıyla Allah’ın rızası, mürşidin kovması ise Allahutaâlâ’nın kovmasıdır. Mürşidin karşısında ve mürşidin olmadığı yerde, şiddeti ve helâkından kaçınmak ve uyanıklık üzere olmak lazımdır. Çünkü Allah dostları kalp casusudurlar. Her ne kadar müride bildirmeleri nadir olan bir şey ise de, Allahutaâlâ mürşidleri, müridin işlerinden ve düşüncelerinden haberdar eder. Müridin işleri mürşide gizli değildir. Mürid, mürşidin gülmesine, zâhiren kendisine güzel muamele etmesine aldanmamalıdır. Bilakis zâhiren kendisine güzel muamele etmemesini mürşidinden rica etmelidir.
Çünkü mürşidlerin bazısı müride zâhiren güzel muammele edip bâtıni olarak onu mahrum bırakırlar.
Ve mürid, mürşidin kendisine hürmet etmesini ümit etmemelidir. Çünkü mürşidin müride hürmet etmesi, mürid için öldürücü zehirdir ve müridi yabancı saymasındandır. Mürşidin müride hakaret etmesi ise onu terbiye etmek içindir. Mürşid, müridini bütün hallerde ve bütün işlerinde imtihan eder.
Ey ihvanlar! Madem ki şeyhinizden tesir ve tasarruf görüyorsunuz şeyhin fiillerine itiraz etmeyin.
Eğer kalbinize bir düşünce veya itiraz gelirse, hemen tevbe ve istiğfar edin. Çünkü o düşünce o an öldürücü zehirdir. Ehlullah’a itiraz kapısını açık bırakanların küfür üzere öldüklerini; keşif, tecrübe, imtihan erbabı ve tahkik ve ikan ashabı araştırmışlar ve açıklamışlardır. Nefsin kötü şeyleri güzel göstermesinden ve şeytanın hilesinden Allahutaâlâ’ya sığınırız. Bu konuda gelen hadis-i kudsînin deliliyle, Ehlullah’a itiraz eden kimsenin muhakkak küfür üzere öleceği bazı kitaplarda yazılıdır.
Ve dediler ki: Eğer mürid şeyhinden zâhiren şeriata zıt bazı işler görse, Hızır (a.s.) çocuğu öldürmesi, gemiyi delmesi gibi, Musa (a.s.) ile aralarında geçen kıssayı aklına getirsin. Düşünsün ki, böyle düşünme ya günahı şeyhten ya da şeyhi günahtan men eder. Çünkü veli olmak için haramlardan ve kötü şeyleri işlemekten kaçınmak şart değildir. Bilakis Peygamberlerin (a.s.) günahsız olduklarında ihtilaf vardır. Esas olan Peygamberlerin günahsız olduğudur. Veli olmakta günahsız olmanın şart olmamasına delil, Rasûlüllah ashabından recm edilmek, el kesilmesi gibi şeri cezaların meydana geldiğidir. Bununla beraber sahabelerin mertebece en aşağısı veli olup, evliyanın en faziletlisinden efdal ve velayet sıfatında en kuvvetlidir.
Beyazıd-ı Bestami’e soruldu; “mürşid olan şeyh zinaya düşer mi?” Beyazıd-ı Bestami de, “Evet, düşer. Allah’ın emri takdir olunmuş hükmü kat’idir.” buyurdu.
Fakat veliler günaha ısrar etmekten korunmuşlardır ve hemen yalvarırılar, tevbe ve istiğfar ederler. Bilakis, bazen günah işlediklerinden dolayı derhal huşu ile yalvararak, niyaz ederek, pişmanlık duyarak, günahtan tesirlenerek ağladıklarından dolayı dereceleri kat kat ziyade olur.
İbn-i Atâ, Hikem adlı kitabında: “ Zillet ve boyun kırıklığı veren günah, izzet ve kibir veren ibadetten hayırlıdır” demiştir. Yine denilmiştir ki: “Eğer sıfat ve amel bakımından denk olurlarsa tevbe eden veli, günahtan korunmuş veliden daha faziletlidir.”
Bu zamanda tarikat ashabından birinin lezzetli yemekler yediğini, soğuk şeyler içtiğini, güzel elbiseler giydiğini görseler (halbuki bunların hepsi de şeriatın mubah kıldığı şeyler ), zarar ve ziyan vermekten beri olup, o tarikat sahibinin tasarruf ve eserleri de semanın ortasındaki güneş gibi âşikâr olduğu hâlde, onu inkâr ve hâline itiraz ederler. Bazı kitapların kenarına yazılan izahlarda: “Fakat bunun gibi olan tarikat ehlinde tasarruf ve eserler bulunmazsa hâline itiraz ve inkâr etmek vacip olur. Çünkü bu zamanda çoğu şeyhlik taslayanlar çöldeki serap gibi olup, gönülleri susamış olan müridler o şeyhlik taslayanları irşad şarabını içirmeye kabiliyetli zannederler. Ne zamanki sahte şeyhlerle karşılaşırlar, o zaman o şeyhlik taslayanda bir şey bulamayıp, susuzluklarının artmasından başka bir şey göremezler. Çünkü o şeyhlik taslayanlar cahilliğin aldatması içinde, gaflet uçurumunda ve ahmaklıktadırlar. Şeyhlik taslayanın kendisi bu hâlde iken şarab-ı hakikiyi nasıl içirebilir?” (İbn-i Atâ’nın, Hikem’inde anlattığı şeyler burada bitti.)
Allah dostu olan kişi yasakları terketse ve farzlarla yetinse, aynı şekilde velayetine zıt değildir. İmam-ı Müslim’in rivayetiyle Numan b. Kavfel’in hadisi buna delalet eder.
Numan b. Kavfel, “Yasaklardan kaçınsam ve farzlarla yetinsem cennete girer miyim?” diye Rasûlüllah’a sorduğunda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Evet” diye buyurmuşlardır. Ve Peygamberimiz : “Ben ancak sizin gibi bir insanım. İnsanın gazabı gibi gazap ederim” buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de de, “Habibim Sen de ki: ben ancak sizin gibi bir beşerim” buyuruldu.
Bazı evliya ise, “Benim evliyalarım kubbelerimin altındadır. Onları benden gayrısı bilmez.” hadis-i kudsîsindeki “kubâb” lafzından murad “beşeriyet sıfatıdır”, demişlerdir. Bundan sonra bir velide tesir ve tasarruf görüldükten sonra, sünnetlerden bir sünneti terkettiğinden dolayı ya da şeriatın mübah gördüğü bir şeyi istediğinden dolayı velinin hâline itiraz etmek cehaletin çokluğundan doğar. Çünkü bir kimse, veliden tesir gördükten sonra bu tesir her zamanda o velinin veliliğine şahitlik eder.
Velinin veliliğine şahit olan durumu kendi nefsiyle gördükten sonra, dışarıdan başka bir şahide hacet ve ihtiyaç kalmaz. Bilakis mübah olan şeylere itiraz etmek cahilliyet adetlerindendir. Nitekim Allahutaâlâ, Efendimiz’i (s.a.v.) inkâr edenlerin cehaletlerini anlatarak, “Kâfirler dediler ki: Bu risâlet davasını iddia eden kimseye ne oldu ki, yemek yer ve diğerleri gibi (geçim talebi için) pazarlarda gezer.” buyurmuştur.
Mürid, mürşidiyle beraber yemek yemesin, elbisesini giymesin, mürşide ait olan kâseden su içmesin, bineğe binmesin, mürşidin mekanına oturmasın. Eğer bunları yapmasını mürşid emretmiş ise yapsın. Mürid, mürşidinin bütün hâllerini taklit etmesin. Çünkü bazı muhakkıklar “Mürşidinin her hâlini taklit eden zındıktır” buyurmuşlardır. Çünkü Allah dostlarında bazı fiiller vardır ki Allah’ın kudretinden doğar. Ve tarikat sarhoşluğunun galip gelmesinden dolayıdır. Allah dostlarının bazı fiilleri bir hikmete bağlıdır. Nitekim Hallac-ı Mansûr ve Beyazıd-ı Bestâmî’de bu haller tarikat sarhoşluğundan doğmuştur. Eğer bir kimse Allah dostlarının hâllerini taklit ederse dinsizlerden ve helak olanlardan olur.
Mürid, mürşidin men etmesini, kovmasını ve azarlamasını kerih, çirkin görmeyip bilakis şeyhin kendisine lûtfu olduğunu ve bir iş gereği olduğunu kabul etmelidir. Eğer böyle kabul etmezse makamından düşer ve tevbe-i istiğfar etmeye muhtaç olur.
Mürid, mürşidinin vefat etmesinden sonra mürşidinin hanımıyla evlenmemelidir. Mürşid bineğine binmedem önce binmeli ve inmeden önce de inmelidir.
Eğer mürşidin hizmetçisi ise, mürşidden evvel uyumamalı, mukim halinde iken şeyh helâya giderken helâya yakın oturmamalı, sahrada iken ise şeyh kaza-i hâcet giderken yahut kendisi kaza-i hâcete giderken şeyhin kendisini göreceği yerde durmamalı ve şeyhinin helâsında kaza-i hâcet etmemelidir.
Hasılı kelam, mürşidinin kullandığı şeyleri ona hürmeten kullanmamalıdır.
Mürid, mürşidine her ne şey sorarsa sorsun, o sorulan şey müridin günahı dahi olsa gizlemeyip söylemelidir. Kalbinde olan düşünceleri mürşidinden gizlememelidir. Eğer o düşünceler mürşidin hakkında yahut tarikatla ilgili, ya da nefsin hoşlandığı şeylerle ilgili ise tevbe ve istiğfar çekerek gidermeye çalışmalı, eğer gideremediyse mürşide bunları söylemeli, şikayet etmelidir. Eğer o düşünceleri gidermekte acele etmezse, o düşünce kalbinde bulunduğu müddetçe feyz kapısı ona kapanır. Kendine ait iç halleri de şeyhinden başkasına gizlemeli, şeyhine ise hemen açıklamalıdır. Eğer başkalarına söylerse veya şeyhinden gizlerse müridine hıyanetinden dolayı o hâl kendisinden gider. Mürşidinin sevdiklerini sevip, buğz ettiklerinden de buğz etmelidir. Bid’at ehlinden, gaflet erbabından ve tarikatı inkâr edenlerden uzak olmalıdır. Arslandan kaçar gibi bu kişilerden kaçmak lazımdır. Çünkü onların kalplerinin katılığı müridin kalp aynasına aksedip, suyun ateşi söndürdüğü gibi nuru söndürür ve müridin huzurunu karmakarışık eder. Bu durum gaflete, kalp katılığına zikirde kalbin ağırlığına sebep olur.
Mürid, hakikatı inkâr edenlerin yemeğinden yememelidir. Çünkü denildi ki; o lokma kırk gün feyz kapısını kapatır. Müridin yediği yemeği pişirenin temiz ve abdestli olması lazımdır. Eğer yemeği pişiren huzur ehlinden olursa efdaldir. Bu sayılan şartlarla o yemek helâl olur. Yemekte ve içmekte israftan kaçınmalı ve kalp gafil iken yemek yememelidir. Çünkü gaflet lokması gaflet getirir, huzur lokması ise huzur getirir. Nefsini de öfkeden ve gülmekten korunmalıdır. Çünkü bunlar nisbet nurunu söndürmekte ve kalbi öldürmede suyun ateşe tesirinden süratlidir. Durum böyle olunca da, gazap ve gülme işi yapılan mekandan başka bir mekana kaçmalıdır. Yasaklardan fazla olarak her malayaniyi de terketmelidir. Çünkü hadis-i şerifte “ Kişinin malayaniyi terketmesi İslam’ın güzelliğindendir.” buyurulmuştur. Ve tüm fiillerimizin hepsinin ceza gününde Mevlâ’nın huzurunda gösterileceğinden, utanmalıdır. Kıymetli ömrü, değeri cevher gibi olan vakti fırsat ve ganimet bilip, her an Allah’ı zikirle ve Mevlâ ile beraber olmaya harcamalıdır. Bilakis nefsini, üzerine kefen giydirilmiş ölü ve mezara girmiş sayıp, kendisine acınıldığı için sırf zikrullahla meşgul olsun diye mezardan çıkmasına izin verilmiş olduğunu ve her an tekrar mezara dönme emrinin gelmesi ihtimalinin bulunduğunu düşünmelidir.
Nitekim Efendimiz (s.a.v.), vasıtamız olan Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hakkında: “Her kim yeryüzünde yürüyen ölüye bakmak isterse Ebu Bekri’s Sıddkı’a baksın” buyurmuştur. “Bedeninle dünyada kalbin ile de ahirette ol” ve “Dünyada garip gibi ya da yola çıkan yolcu gibi ol. Ve kendini kabir ehlinden say” hadisleri de rivayet edilmiştir. Allahutaâlâ’da, “Ey habibim! Sen ölüsün onlar da ölüdürler.” kavli şerifi de buna işarettir.
“Allahutaâlâ dilediğini dosdoğru yola hidayet eder.”
Mürşid ile konuşma edebi; Mürid, mürşidiyle konuşacağı zaman, mürşidinden izin isteyip ve mürşidin hoşuna gitmeyecek bir iş yapmaktan sakınarak sesini alçaltıp Allah’a sığınarak, kölenin efendisi karşısında konuştuğu gibi konuşmalıdır. Çünkü Allahutaâlâ, ashabı, Efendimizle konuşmaları sırasında, “ (ey Müminler!) Peygamber ile konuşmada sesinizi O’nun sesinin üzerine çıkartmayın” diye ikaz etmiştir. Mürşidin söylediklerini dili ve kalbiyle tasdik edip, sözle yada kalben, niçin veya hayır dememelidir. Tahkik erbabı, mürşide “niçin, hayır” ile karşılık veren müridin ebedi olarak felâha kavuşamayacağını belirtmişlerdir. Çünkü Allah dostlarındaki bazı işler sırf Hakk’ın kudretinden meydana gelir. Bazı işler de bir hikmete bağlıdır. Mürid, huzur-u kalp ile mürşidinin sözlerini tasdik edip susmalıdır. Mürşid ile sebepsiz olarak konuşmak câiz değildir. Ancak çok zor durumlarda ve hâlini anlatmak için konuşmak câizdir.
Mürid gördüğü rüyayı ve keşiflerini mürşidine anlatmalı ama tâbir etmesini istememelidir. Gelecekle ilgili şeylerden soru sormamalıdır. Çünkü gaybi şeyler mürşide âşikâr olduğu hâlde bir ihtimal onları açıklamasına izin verilmemiştir. Eğer mürşid, kendisi gaybi şeyleri açıklarsa, bu durum izin verildiğindendir. Bu durumda noksanlık yoktur. Mürşid, açıklamakta din işlerine ait bir fayda görmüş olduğundan gaybi şeyleri açıklamıştır. Böylece, mürid mürşidine ve mürşidinde meydana gelen fiillerin tamamına inanması ve tasdik etmesi vacip olur.
Mürşidin keramet göstermesi onun efdal olmasına sebep değildir. Bilakis efdal olmaya sebep olan şey inancın kuvvetidir ve Allah’ı tanımaktır. Keramet çoğu zaman dünya şeylerine meyletmeyenlerden ve Allah’ı sevenlerde zuhur eder. Arifler ise, keramete iltifat etmeyip, erkeğin hayız görmesinden sayarlar. Cüneyd-i Bağdadi (k.s.), “Erkeklerden su üzerinde yürümüş olanlar vardır. Onların en faziletlileri ise susuz (susamış) olarak vefat etmiştir.” buyurmuştur.
Mürid olan kimse, bütün fiillerinde ve işlerinde mürşidinden izin istemelidir. Çünkü mürşidin izin vermesinde bereket vardır. Ölüyü yıkayan, ölüyü nasıl çeviriyorsa ve ölü buna karşı koyamıyorsa, müridde kendi tercihlerinden vazgeçmelidir.
Sefere çıkmak için mürşidinden izin istemeli ve seferden döndüğünde de tekkenin kapısı önünde inip, mürşidinden izin alıp ailesine dönmelidir.
Eğer mürşidi, müridin yanına gelirse, kalkıp giderken şeyh efendiyi yolcu etme işinde acele etmeli, şeyh “artık geri dön” dediği yerde şeyhin elini öpüp şeyhinden feyiz alıcı olduğu hâlde, şeyhi gözden kayboluncaya kadar durmalı ve ondan sonra mekanına dönmelidir.
Mürşide hizmet edebi; Mürşide hizmet, beden ve mal ile olur.
Beden ile hizmet edebi: Mürşide hizmet etmenin, Rasûlüllah’a (s.a.v), bilakis Allahutaâlâ’ya döndüğüne inanıp, mürşide hizmet etme işini Allah’ın kendisine bir nimeti bilmelidir. Mürşide hizmet işine muvaffak olmaya ve o hizmete has kılınmış olduğuna memnun ve şükredici olmalıdır. Kalbinden de, bu yaptığı hizmetlerini mürşidinin başına kalkmamalıdır. Çünkü bu şekilde başa kakmak zehirdir ve mükâfatını zayi edeceği kesindir. Bu yönü, hizmet edebinin itikad yönüdür. Hizmet edebinin amel yönüne gelince; mürşidin emrettiği şeyi katiyyen geciktirmemelidir. Başının kesilmesi emri dahi olsa...
Emr edilen işi geciktirmesine de yalandan sebepler göstermemelidir. Eğer mürşidin emrettiği işin geciktirmesine sebep şeri bir emir olursa, o zaman geciktirebilir. Eğer mürşidin emrettiği bir işi üzerine almış ise, helak olacağını bilse bile yapmaktan vazgeçmemeli, aldığı görevi yerine getirmelidir. Mürşidin mânevî yönelmesi ve ruhani yardımı yetişip, o iş, o yardımla meydana gelir. Aldığı görevi yerine getirmekten ve görevine uygun hareket etmekten başka şey kastetmemelidir, istememelidir. Eğer kendisine kurb, fütuh, velâyet ve diğerlerinden bir garaz arız olsa, bu durumdan istiğfar etmelidir. Hizmeti nefsine nisbet etmemek için kendisini var görmemelidir.
Mürid olan kimse, mürşidinin toplanıp oturduğu kimselerin arasına oturmamalıdır. Mürşidinin yanında yememeli, içmemeli, karşısında başını açmamalı, örtüsü altında ve karşısında uyumamalı, mürşidinin seccadesi üzerine ve mürşidinin bulunduğu yerde namaza durmamalıdır. Eğer mürşid namaz kılıyorsa yahut bulundukları mekân mescid ise, namaz kılmasında bir sakınca yoktur. Namazı kaçırma ihtimali varsa yine namazını kılabilir.
Mürid, kendisini mürşidin hizmetine lâyık görmeyip, emrolunduğu hizmette kendisini kusurlu bilmelidir. Şeyhinin muhtaç olduğu işleri mürşidin emir vermesine fırsat vermeden ve şeyhin hâtırına gelmeden yerine getirmeye koşmalıdır. Çünkü bu şekil üzere hizmet ederse, mürşidinin kalbini rahatlatmış olur ve gönlünün açılmasına sebeptir. Bilakis mürid, şeyhin kalbinin ortasına girer. Böyle olunca, mürşidinin bâtınının hepsi müridin kalbine aksedip bu sebeple artma ve devam meydana gelir. Mürşidin hizmetini son derece sevinç ve güler yüzlülükle yerine getirmelidir.
Mürşide mal ile hizmet edebi: Âllahutaâlâ’nın kendisine verdiği bütün mal ve evlatların, âlem-i ezelde mürşidin ruhaniyeti bereketine olduğuna inanmalıdır. Her ne kadar bu âlemde meydana gelmesi gecikmiş ise de, bütün malların mürşidinin olup, kendisi de onun kölesi olduğunu, yediği ve içtiğinin mürşidinin cömertliğinden ve yardımı sayesinde olduğunu bilmelidir.
Mürşidine bir şey verdiğinde, mürşidinin utanacağı yerde vermemelidir. Yaptığı ikram ve nimeti mürşide göstermeyi kast etmemelidir. Bizzat getirdiği bir şeyi mürşide vermeyip hizmetçisine teslim etmeli ve kendisinden kabul olunması için zâhiri ve bâtini olarak Allahutaâlâ’dan yalvarıp, itimat edip, mürşidine sığınmalıdır. O getirdiği şeyi mürşidine ve yaşlılardan olan mürşidlere adasa, kabul edilmesi yönünden daha kuvvetli ve riyadan da daha uzaktır. Çünkü adayınca vermesi vacip olan bir şey olduğu için riyaya da yer kalmaz. Hediyenin kabul edilmesini kendisi için bir minnet ve nimet saymalıdır. Bunun kabulünün karşılığında Allahutaâlâya şükretmelidir.
Kalbi hazırlamak:
Müridin ihlâsı öyle olmalı ki, mürşidini Rasûlüllah’ın (s.a.v.) vekili ve âlemde Allah’ın halifesi olduğuna inanmalı. Mürşidinin kendisini ret etmesini, Allah ve Resulünün reddetmesi, kabul etmesini de aynı şekilde Allah ve Rasûlünün kabul etmesi olduğuna inanmalıdır. Ve yukarıda geçtiği şekilde, bir müridi şeyh reddederse, şeyhinin şeyhi de kabul etmeyip ta ki Rasûlüllah’a kadar silsiledeki şeyhlerden hiç birinin kabul etmeyeceğini bilmelidir. Mürşidde öyle bir ruhaniyet vardır ki; bütün hâllerde müridinden ayrılmaz. Hatta, ihvanımızda bazıları mürşidin ruhaniyetinin üzerlerinde hazır ve kendilerine baktığını gördükleri için uykuda bile ayak uzatmazlar.
Eğer mürid bu hâli görmezse, görüyor gibi inansın. Çünkü bu inanç gereği edeplendiği için, şeyhinin kendisine baktığını gören mürid ile feyzde eşittirler. Bilakis mürşidinin ruhaniyyeti, mürid can çekişirken ve kabir suali zamanında müridin yanında hazır olur ve Münker ve Nekir isimli meleklere cevap vermekte yardım edip, teselli verir. Şeytan o müridden kaçar. Daha öncede anlatıldığı gibi, ruhaniyet için perde, madde, müddet yoktur. İhvanımızdan bazıları, vefat etmiş olan ve Allah’a yaklaşmış müridin kabrine kalben baktıklarında (keşif yoluyla), mürşidin ruhaniyetini kabirde görüp, ona yardım ettiğini, teselli verdiğini ve ziyade korku ve heyecanını yatıştırdığını görmüşlerdir.
Anlatılan bu durum Allah’ın kudretine bağlıdır. Allah’ın kudretine inanmak ise iman esaslarından, temellerinden ve şartlarındandır. Bu gibi şeyler aklın tasarrufunun dışında olup, hemen bu şekilde inanmak lazımdır. Mürid, Allahutaâlâ’nın, mürşidine gözün görmediği yerde olan şeyi görecek göz, işitecek kulak verdiğine inanmalıdır. Her ne kadar bu durumu mürşidi ona göstermese de, açıklamasa da böylece itikad etmesi gerekir. Çünkü hadis-i kudsîde ;“kul nafile ibadetlere devam ettikçe bana o kadar yaklaşır ki ben onu severim. Ben onu sevdiğim vakit işiten kulağı, gören gözü olurum” ve başka bir rivayette de “benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür, benimle konuşur” buyrulmuştur. Ve Allahutaâlâ’nın, “hani sen attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı” kavli şerifi de bu mânaya işarettir. Eğer böyle inanırsa, mürşidinin feyzi, doğudan batıya uzayıp; mürid nerde olursa olsun, mürşidinin feyzinin, suyun en derin yerlerine bile ulaştığını bilir. Durum böyle olunca , feyiz almanın anahtarı bu şekilde kuvvetlice inanmak ve ziyade şekilde feyzi talep etmektir. Keşif ve ru’yet erbabı olan mürid, mürşidinin nurunun doğu ile batı arasını kaplamış olduğunu görür. Eğer bir mürid, şeyhinin nurunun doğu ile batı arasını kaplamadığını görürse, noksanlık ve zayıflık o müridin keşfinde olup mürşidin nisbetinde değildir. Yani, mürşidin Mevlâ ile olan nisbetinde, ama beraberliğinde değil...
Mürşidinin uykusunu, kendisinin geceyi ibadetle geçirmesinden, yemek yemesini ise kendisinin oruç tutmasından daha faziletli olduğuna inanmalıdır.
Mürşidin bir nefeste yükselmesi, başka bir kimsenin bütün ömründe yükselmesi kadardır. Mürşid, kendisinde olan bir bakış ile bir kimseye baksa, o kişiyi, Cüneyd-i Bağdadi ve Beyazıd-ı Bestami’nin (k.s.) makamına ulaştırır.
Kendisine mürşid tarafından bakılan kimse fasıkların en fasığı bile olsa, yüksek makam ulaşacağını bilmeli ve mürşidinin bu bakışını talep etmelidir. Çünkü, “mü’min Allahutaâlâ’nın nuruyla bakar” buyurulmuştur. Allah her şeye kâdirdir.
MEVLÂ’YI İSTEMENİN YOLU...
Yüreğinin ortasından, samimi bir kalple Mevlâ’sını arayıcı, canı yürekten arzulayıcı olduğu hâlde, Mevlâ’nın muhabbetine itimat edici olmalıdır. Mevlâ’yı sevmesi öyle olmalıdır ki; Mevlâ’yı araması, müridin malına, büyük makam ve memuriyetlere, çoluk çocuğuna ve bütün mülkiyetindeki arazilere, hatta kendi varlığına bakmaktan ve yönelmekten meyledip, ilgilenmekten almalıdır. Çünkü, “muhakkak Allahutaâlâ yüksek himmetlileri sever” buyurulmuştur.
Ve mürid bu şekilde Mevlâ’yı istemesine güvenmeyip, bilakis Mevlâ’nın fazlı keremine güvenmelidir. Çünkü müridin talebinden ve amelinden bir amel, Mevlâ’nın fazlı keremine denk olmaz. Müridin talep ve ameline itimat etmesi, eş ve benzerden münezzeh olan Allahutaâlâ’ya ortak koşmak anlamına gelir. “Dünya ve ahiretti denizler olarak gördüm. Hepsini feyiz olarak içtim, kanmadım” sözü Mevla’yı talep etmenin devamlı olması anlamına gelir.
Aynı şekilde, bir an bile Mevlâ’ya yönelmiş iken başka bir şey istese, bu dönüp yönelmesi Allah’tan başkasına olup Mevlâ’dan yüz çevirmiş olur. Çünkü Allahutaâla Hazretleri bir şeyde ortaklık kabul etmez. Mürid, Mevlâ’yı talep etmekte duraklamamalıdır. Çünkü talebin duraklamasında korku vardır. Bilakis duraklamak, zarar, ziyan ve talebi kaybetmektir. Çünkü denilmiştir ki: “her kimin iki günü birbirine eşitse o zarardadır.” Aynı şekilde, “eğer ziyadede değilsen, noksandasın” denildi. Ve Peygamberimiz (s.a.v.), “Allah’ım! Ziyadeden sonra noksanlıktan sana sığınırım” buyurmuştur. Mevlâ’yı talep etmekte duraklamak iki sebepten dolayıdır. Birincisi; kişinin farkına varmadan başka bir isteğe kalbinin yönelmesidir. İkincisi de günah işlemektir. Böyle olunca hemen tevbe ve istiğfar edip, Hakk Celle ve Alâ’ya kendini alçaltarak ve sığınma, himaye isteme ile yönelmek lazımdır.
Feyz hasıl olması için kalbi hazırlamaya gelince: Fikrini ve duygularını dünyadan, ahiretten ve bütün iç hâllerinden, bilakis vücudundan kesip, Allah’tan başka bütün her şeyi unutmuş gibi olmalıdır. Mürşidinin kalbinden feyz-i ilahiyi isteyici, talep edici olduğu hâlde bakışını kalbinin derinliklerine atıp, çevirip, kalbini mürşidin kalbine bitişik ve feyzi kendine doğru çekiyor olduğunu düşünmelidir. Feyzi çekmesi ise şöyle olmalıdır; Zat-ı Mukaddes Celle Şânühü’den bir an gafil olmayıp, aşk ile, yalvararak bekleyici olmalıdır. Kalbinin kapısını mürşidine açtığında feyz-i ilahinin denizler gibi kalbe doğru hareket ettiğine inanmalıdır. Her ne kadar bunu hissedemiyorsa da böyle inanmalıdır. Çünkü feyzin geldiğini anlamak feyzin gelmesi için şart değildir. Bilakis şart olan feyzi istemek ve o an feyzin geldiğine kesin olarak inanmaktır. Hakk Celle ve Âlâ, “ben kulumun zannı üzereyim” buyurmuştur.
“Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.”
HATM- İ HÂCE...
Tarikat dersi, Hatm-i Hâce ve Ziyaret Edebi:
Ders edebi: Abdest alıp boş ve tenha bir mekanda kıbleye yönererek, sağ yanı üzerine oturup ayaklarını sol taraftan çıkararak oturmalıdır. Dünyevî şeyleri düşünmeyip, beş- onbeş ya da yirmibeş kere istiğfar etmelidir. Sonra derece alçaklık ve acizlik ile, noksanlarını kabul ederek tesirlenme ile kabul olunması için zikretmeye; Mevlâ’nın yardım etmesi, Sünneti Seniyye tâbi olmak, iman ile ahirette gitmek için dua etmelidir. Ve mürşidinin mertebesinin ziyade olmasına, artmasına, mürşidinin, Mevlâ’nın şeriat ve tarikatın değerini artırıp kabul ettirmesinde, Efendimizin sünnetlerinin diriltilmesinde yardım etmesi için ve mürşidinin iman ile ahirette gitmesi için dua etmelidir.
Ondan sonra tarikatın imamı olan Bahâüddîn Nakşibendi Hazretlerinin fetihlerle dolu ruhlarına Fatiha-ı Şerif ve İhlâs-ı Şerif okunmalıdır.
Daha sonra gözlerini yumup kendisini sanki tahtanın üzerine konulmuş, elbiseleri çıkarılmış, yıkanmış ve kefenlenmiş ölü olarak düşünmelidir. Bazı müridler bedenlerinde ölü yıkayıcısının elini ve omuzlarında da kefen olduğunu daima düşünürler. Bilakis kendisini o halde tabuta konulup kabre girmiş bilmelidir. Kavmi ve diğer insanlar kendisinden ayrıldıklarından, yalnızlık ve ıssızlıkta kalıp bütün mal, amel ve ailesinden ümidini kesip Allahutaâlâ’dan başka hiçbir kimsenin kendisine faydalı olmadığını bilmelidir. Ve kendisini yaratıcının huzurunda son derece alçak ve aciz, noksan olarak düşünüp, utanmalıdır. Bu anlatılanları onbeş dakika düşündükten sonra, vesile kıldığı mürşidine yöneldiğini ve mürşidinin alnı ile yüzüne, bilakis iki gözü arasına bakıyor olduğunu hayal etmelidir.
Çünkü mürşidin iki gözünün arası feyiz yeridir. Ve bakışını mürşidinden kesmemelidir. Eğer mânevî gözle görenlerden ise görme ile, mânevî gözle görenlerde değilse kalple ile hissederek veya sağlam şekilde bilerek şeyhine bakmalıdır. Ondan sonra rabıtanın, müridin ruh hazinesine girdiğini düşünüp çeyrek saat kadar bu durumu korursa, devam ettirirse daha kuvvetli ve daha güzeldir. Eğer zikir vaktinde, zikrederken mürşidin yüzünün kalbinin hizasında olduğunu ve mürşidin nefsine kendisin baktığını düşünse daha cemiyyetli ve ayrılıktan daha uzaktır. Birinci kısımda geçtiği üzere bu şekilde hayal etmeye “Rabıta” ismi verilir.
Bu şekilde hayal etmek, düşünmek, en büyük iksirdir. Rabıta, nefsi eritici, şeytanı kaçırıcı, Mevlâ’dan feyz almanın kaynağı ve Hakk Celle ve Alâ’ya ulaşmaya vasıtadır. Bazı muhakkıkın, “rabıta zikirden daha hayırlıdır” demişlerdir. Bu durum yeni başlayan müridler için geçerlidir. Rabıtayı kalbe indirirse câizdir.
Rabıtadan sonra sıra bazgeçtedir. Bazgeşt ise ; “allahümme ente maksudi ve rıdake matlubi” (“ey allahım! Maksudum sensin. İstediğim senin rızandır”) sözünü en güzel şekilde düşünerek kalbiyle yahut diliyle üç kere söylemelidir. Ve bu sözü söylerken samimi olmalıdır. Eğer yalancılardan ise, bunu söylediğinden dolayı üzülmüş olmalıdır. Ondan sonra ise vukuf-u kalbî ile meşgul olmalıdır.
Vukuf-u kalbî: Duygularını karıştıracak şeylerden ve dışarıdan kesip, “Allah-u Ehad” sözünden murad olan Zat-ı Mukaddes tarafına çevirip, kalp ve zihnin, sırf Allah ile meşgul olmasıyla Allah’a yönelerek, bütün bakış ve anlayışları ile kalbinin ortasına ve derinliğine yönelmektir. Bu şekilde düşünce içinde en az onbeş dakika durur. Eğer daha fazla olursa daha faziletlidir. Bu hâle dalmış olup, bu hâl gece ve gündüz onu kaplasa, kesin olarak sayı ile zikir yapmak o kişiden kalkar. Çünkü zikirden murad zikrolunanın kendisidir.
Şu da bilinmelidir ki; vukuf-u kalbî tarikatın direği, bilakis aslı ve üzerine bina edildiği temelidir. Her ibadette, bilakis ayakta dururken, otururken, yan üstü yatarken ve bütün hallerde vaciptir. Hatta helâya giderken ve eşine yakınlık anında bile lazımdır. Nitekim “onlar ki Allahutaâlâ’yı her zaman, ayakta, otururken ve yan üzerine yatarken zikrederler” âyet-i kerîmesi bu manaya işarettir. Eğer yapılan zikir ve ibadetler vukuf-u kalbî olamadan yapılsa, ruhsuz suret gibi olur ve itibarın dışındadır.
Vukuf-u kalb hâlini ele geçtikten sonra Allah lafzını kalbinden aktığını düşünerek kalbin zikriyle meşgul olmalıdır.
Hareketsiz ve ölü gibi olmalıdır. Sırf sayıyı muhafaza etmek için bakışını, dikkatini zikre bağlayıp kalbini salıversin ki, kalp, kemal-i ihtiyarıyla meşgul olsun. Eğer kalp Zâtı Mukaddes Celle Celalühü’yü iyice düşünmeye dalarsa, bu yeterli olup, tarikat hâline dalıp Allah’tan başkasından habersiz olduğundan dolayı zikretmemesi en güzel ve en kuvvetlisidir. Çünkü zikirden muradın zikrolunan olduğu önceden geçmişti. O hâlde kalbi uyandırmak, zikre döndürmek câiz olmaz. Çünkü zikrin kendisi de Allah’tan gayrı bir şeydir. Zikir müddetini alacak kadar o hâl uzun olursa dersini yerine getirmiş olur. Cahil müridlerden bazıları Allah lafzını, kalbini zorlayarak atıp, kalp ile zikir arasını ayırmazlar ki kalp kendiliğinden zikirle meşgul olsun, Allah’tan başka her şeyden geçkinlik gelsin ve Allah ile ziyade meşgul olsun. Hâlbuki kalp zorla elli bin sene zikirle meşgul olsa mürid Allah’a vasıl olamaz ve bu zikir onu hiçbir hâle çekmez. Zira Hz. Ali (r.a.), “kalp zorlanırsa kör olur” buyurmuştur. Ve bilinmelidir ki; kalp, Zât-ı Mukaddes (c.c.) Hazretlerini benzersiz olarak düşünmekte ziyadesiyle meşgul olup, sonra bazı düşüncelerin gelmesiyle Mevlâ ile beraber olmaya gevşeklik geldiğinde zikre dönmelidir. Tekrar zikirle ziyadesiyle meşgul olmak ve kendinden geçme alâmetleri ortaya çıkmışsa, bu hâle teslim olup zikri terketmelidir. Her yüz tane başında ve vesvese meydana geldiğinde “Allahümme ente maksudi ve rızake matlubi” sözünü tekrar etmelidir.
Eğer vesvese gitmezse mürşidin ayağını kalbine koyup rabıtaya sarılarak ve böyle düşünerek zikirle meşgul olmalıdır. Kalbinden vesvese gidinceye kadar mânâsını düşünerek tekrar tekrar istiğfar edip, rabıtanın yüzünün kendi kalbine dönmüş olduğunu düşünmelidir. Eğer tutukluğun galip olmasıyla kalbine gevşeklik, düşünce ve gaflet gelirse soğuk su ile, gusül etmeye gücü yetmezse harareti arttıracak suyla gusül etmelidir. Ondan sonra her gaflet ve düşünceden ve Rabbi ve mürşidi hakkında edebi terkettiğinden ve diğer hatalardan yirmibeş kere istiğfar edip iki rekat tevbe namazı kılmalıdır.
Ve o düşüncelerin Zat-ı Bâriye ayna ve Mevlâ’nın zâhir olduğu şeyler olduğunu düşünmelidir. Çünkü düşünceler de mevcudattan var olan şeylerdir. Nitekim,“batılı zâtında inkâr teme. Zira o da onun bazı zuhuratındandır” denilmiştir. Ve kalbiyle bağırıp “Ya Faâl” isminin mânâsını düşünerek çokça ve uzatarak, şeddeleyerek söylemelidir. Şeyh Hasan el-Şâzeli’den rivayet olunmuştur ki: “Melik ve Hallak olan Mevlâtaâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederim. “Eğer dilerse sizi giderir ve yeni halk getirir. Bu Allah üzerine büyük değildir” âyet-i kerîmesini söylemelidir. Fakir (ben) bunu tecrübe ettim. Bu zararın bir anda giderilmesine iksir buldum.”
Aynı zamanda akıcılığı sesli bir şekilde olan bir su başında durmak ve rüzgâr sesini dinlemek ilaçtır, denilmiştir. Çünkü su ile rüzgâr aralıksız ve kesintisiz, açık olarak “Hu” ismini zikrederler. Değirmen sesi de ilaçtır, denildi. Çünkü değirmenin sesi daha mübalağlı, daha şiddetlidir. Ve sarp dağlara çıkmak ve ağlamak da ilaçtır, denildi. Bu tavsiyelere devam etmek lâzımdır. Çünkü zikir, Hak Celle ve Âlâ’ya vasıl olmaya sebep ve zikredenin sevildiğine alâmet olup, Haktaâlâ’nın gadap ve saadetsizlik murad ettiği kimseden alınır.
Böyle olunca, bu kırıklık ile sâlikin hâli geriye döner. Nitekim Allahutaâlâ, “ben kalpleri kırık olanların yanındayım” buyurmuştur. Denildi ki: Mürid nefsine hitap ederek; “ Matlub çok azizdir, maksut çok nefistir ve onu talep etmeye lâyık değilim. Lâkin tâliplere yapışarak ve onlara benzeyerek mürşidin emrine uyarak oturur ve beklerim. Zira ben onlardan değilim. Ama onlara benzemek saadet bakımından bana kâfidir” demelidir. Ve denildi ki; “mürid kendisine gelen feyz-i irade ve yaratan Bâritaâlâyı düşünüp,dost ne işlerse sevgilidir. Benim muradım yoktur ancak senin muradın vardır. Benden onu istediğin vakit o benim muradımın aynıdır” demelidir.
Hemen o anda o zararlar ondan gider. Bu son iki ilaç bu fakirin hâtırına gelenlerdendir. Kalp letâifi ile zikir işte budur. Kalp letâifinin nuru omuz hizasından çıktığında ve yükseldiğinde yahut kalpte çırpınma meydana geldiğinde ruh letâifi tâlim ettirilmelidir. Ruh letâifi sağ memeden iki parmak miktarı aşağıdadır. Zikir ruh letâifinde ve vukuf-u kalpte olur. Bu, iki tarafa bir bakışla bakan kimse gibidir. Ruh letâifinde hareket meydana gelip zikirle meşgul olduğunda, sır letâifine tâlim ettirilmelidir. Sır letâifi sol memeden iki parmak miktarı yukarıdadır.
Aynı şekilde zikir, sır letâifinde ve vukuf-u kalpte olur. Bu letâif de aynı şekilde zikirle meşgul olduğunda, hâfî letâifine tâlim ettirilmelidir. Hâfî letâifi sağ memeden iki parmak miktarı yukarıdadır. Ondan sonra ehfa letâifine zikir tâlim ettirilir. Bu letâif göğsün ortasındadır. Bu letâifde de zikrolunduğu şekilde meşgul olmalıdır. Ondan sonra nefis letâifine zikir tâlim edilmelidir. Bu letâif iki gözün arasıdır. Ondan sonra beden letâifine zikir tâlim edilmelidir. Cesedin bütün cüzlerinde ve kıl diplerinde bile, tam bir vukuftan sonra bütün ceset ile birlikte zikir eder. Zikir, cesedin her yerinde lâtif bir karışmakla ya da bütün cüzlerde zikirden tenebbüh ve uyanıklıkla tesir ettiğinde, artık zikirlerin sultanı diye isimlendirilir...
Allah lafzı ile zikretmenin miktarı en az beşbindir. En çoğuna sınır yoktur. Talipler için, bir gün bir gecede miktarı yirmibeşbindir. Fakat beşbin zikir bir oturuşta tamamlansa tesirde daha kuvvetlidir. Üç oturuşta yapılsa da câizdir. Ondan sonra mürşid, nefyü isbat (lâ ilâhe illallah) ile tâlim edilmelidir. Nefyü isbatın en güzel şekli şöyledir; vukufu için ilk önce bütün anlayışları ve hisleri kalbin derinliklerine atıp, daha sonra akla gelen şeytani düşünceleri çıkarmak kastıyla, nefsini de zorlayıp sonuna dek boşaltmalıdır. Lâkin bu vukuf kuvvetiyle olmalıdır. Çünkü vukuf kuvveti bütün zamanlarda düşünceleri defetmekte en büyük unsurdur. Ondan sonra nefesini içine çekip ve tutup, “lâ” lafzını, onun mânâsı olan “yoktur” un anlamını düşünmeli ve göbekten beyin zarına kadar uzun bir çizgi olarak tasvvur etmeli.
Sonra “ilâhe” lafzını düşünüp, o çizgiyi beyin zarından omuz başına kadar ayırmalıdır. Eğer bunu yapan mübtedi ise; “lâ” ile nefyolunan ibadet olunan yoktur, orta derecede olan; hiçbir kastolunan şey yok demeli, nihayete ermiş kimse ise; hiçbir mevcut yok demelidir. “İlla” lafzını düşünürken de, o çizgiyi hayalen ve kısaca omuz başından letâifler üzerine, kalbin ağzına varıncaya kadar tecrid etmelidir. Bu çizgiyle beraber istisnayı murat etmelidir. Ve “Allah” lafzını, büyüklüğüyle kalbin derinliklerine son derece şiddet ve kuvvet ile atıp sayısını tek yapıp, son keresinde ise “Muhammedün Reasûlüllah” kelimesini hayal edip, ondan sonra nefesini solumalıdır. Fakat nefesin girmesinde ve çıkmasında ve iki nefes arasında vukufu muhafaza etmelidir. Nefesi salıverdiğinde ise “Allahümme ente maksudi ve rızake matlubi” demelidir.
Fakat bütün cüzlerinde vukuf lazımdır. Bu sayılan şartlarla yeniden başlamalıdır. Tek olması şartıyla, bir nefeste sayı yirmibine ulaştığında sayıyı arttırmalıdır. Eğer o durumda helâk ve mahvolmak ortaya çıkarsa ne güzel. Eğer böyle bir şey olmazsa yeniden başlamalıdır.
Nefesini, şiddetli darlık veya rahatsız edecek derecede tutmamalıdır. Eğer sevilen ve istenilen şeylerden belli olmuş bir şey varsa, o sevdiği şeyin eseri kalbinden yok oluncaya kadar onu âşikâr olarak, özellikle yok olmaya has kılmalıdır. Çünkü hatarât-ı hubbiyye feyiz kapısını kapatır.
İlmi düşünceler ise malâyanîdir ve onun zıddınadır. İşte Tarîkat-ı Âliyyeyi Müceddidiyye katında nefyü isbat yolu budur.
Bu yolun yedi temeli vardır. Birincisi vukufu kalbi, ikincisi lafızları düşünmek, üçüncüsü mânâları düşünmek, dördüncüsü nakışları düşünmek, beşincisi Muhammedun Rasûlüllah kelimesini düşünmek, altıncısı bazgeşt (ilhi ente maksudi...) , yedincisi sayıya dikkat etmektir. Bu da sayıyı tek yapmaktan ibarettir. Bazı tarikat erbapları sekizinci bir rükün ilave ettiler. O da, kalbin nakışları hissetmesidir. O nakıştan tersine dönüş “lâ” sûreti meydana gelir. Lâkin şiddetli açlık olmamalı. Tokluk da menedici bir sebeptir.
Ve hadler çekmek için kalp zorlanmaz. Bilakis kuvvetli vukuf, ziyade tamam bir cemiyet, nefsi mülâhaza ile çizgiler çekilmiş olup, gidip gelme ile döndüğünde çizgilerin kendiliğinden çekildiğini düşünmekten başka bir şey lâzım değildir. Hakikatte çizgileri çeken vukufu kalbidir. Bunu iyice düşün.
Nefyü isbatın bahisleri çoktur. Bu hâlis cemaatin kitaplarında zikredilmiş olup burada yazmaya ve sözü uzatmaya gerek yoktur. Bilakis erbabından almayınca, tarikat ashabı katında terbiye görmeyince kitaptan alınmasında fayda olmaz. Bunu iyi anla.
Yalnızca talibe vacip olan hâl gereğince, kemâle ulaşmış ve başkalarını kemâle ulaştıran, bir işi istediği gibi yapabilen bir mürşid buluncaya kadar bol ilimle, doğudan batıya kadar sefer ederek, terbiye olunmaya acele etmelidir. Çünkü kimyanın kitaptan alınması mümkün olmayıp, bir çok kimseler bu yolda mal ve ömrünü harcasa da o ilimden bir şey öğrenemez. Hâllerin alınması ise bundan daha ince ve daha lâtiftir.
Müride bir saat yahut daha çok müddet kadar Allah’tan başka bir düşünce girmeden, Allah’la huzur meydana geldiğinde, murakabayı ehadiyye ile tâlim edilmelidir. Eserleri ortayı çıktığında, onun alâmetlerini erbabı bilir. O zaman murakabayı maiyyet ile tâlim edilmelidir.
Şimdi miktardan, mukaddese olan maiyyet alâmetleri ki kalbe ve vehme ait olarak neş’et eder, müride zâhir olduğunda onun için artık velâyet-i suğra tamam olur.
Bundan sonra velâyet-i küberâ (büyük velilik) ve velâyet-i ulyâ (en yüksek velilik) dır. Bu velâyet-i küberâ ve ulyânın öyle adamları vardır ki, Hakk Sübhanehu ve Tâlâ, sırf fazlı ve kereminden onlara yardım etmiştir. Çünkü imkânsız olan yalnızca peygamberlik mertebesidir.
Fakat velâyet, Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimize tâbi olmak ve onun izinden gittiklerinden, Rasûlüllah’ın nübüvvet kandilinden alınmış bir kandildir. Bu Allah’ın fazlıdır. Onu dilediği kimseye ihsan eder. Allah büyük fazl sahibidir.
Veliliğin nasıl olduğunun bu risâlede açıklanmamasının birkaç sebebi vardır. Bunlar; sırların kitaplara yazılmasının yasak olması, anlatıldığı gibi terbiye olunmadan ve mânâ ve hâl ehli katında mânevî yola bağlanmadan kitaptan elde edilmeyeceğinden, sözün kısası seçildiğinden, bu kitabın yeni başlayanlar için olması ve bir ihtimal mürid kitaba bakıp o hâller kendisi için maksut olması korkusu, mürid velâyet mertebelerine bakıp veliliği kendisi için hayal edip velâyet mertebesine ulaştığını ve velilikle vasıflandığını düşünüp helâk olanlardan olması ihtimali olmasıdır.
Ashab-ı Tahkik: “Gerçek maksud, ibadet olunan Allah’dır. Maksud Allah olursa, bâtını, bütün maksatlardan ve Allah’tan başka şeylerden boşaltmak lazımdır” dediler.
HATM-İ HÂCEGÂN...
( Allah onların sırlarını mukaddes kılsın ve ruhum onlara feda olsun)
Evvelinde yedi kere Fâtiha sûresi okunmalıdır. Fakat zikir halkası büyük ise sağ tarafta olanlar okusa daha faziletlidir. Ondan sonra yüz kere salavat-ı şerif, sonra yetmiş dokuz kere “Elem neşrah” sûresi, ondan sonra bin kere İhlâs-ı şerif ve sonra tekrar yedi kere Fâtiha sûresi okunmalıdır. Bu sırada zikir halkası genişlemiş ise Fâtiha sûresini sol tarafta oturanlar okusun. Ondan sonra salavat-ı şerif getirilir. Daha sonra da silsiledeki meşâyıhin ruhlarına hediye edip dua edilir. Eğer tatlı cinsinden bir şey varsa, edep ve tazim ile yenir.
Hatim edebi ise şudur: Gözlerini kapatıp beş, onbeş veya yirmibeş kere istiğfar edip sonra bir an rabıta, ondan sonra hatmin başından sonuna kadar vukuf-u kalbi için kalbine bakışı atmaktır.
Kur’an hatminde de aynı şekilde vukuf-u kalbi lazımdır. Çünkü avamın okuması lafızladır. Havassın okuması ise mânayı düşünmek iledir. Ehassul havas olanların okuyuşu ise, ilâhi feyzi bekleyip, hatmin sonuna kadar kesilmeksizin feyzin kalbe indiğine ve Mevlâ’yla konuştuğuna inanmaktır.
Hatmin sonunda, zikrolunan meşâyıhlardan yönelmesini ve feyiz talep edip, hatminde onların hazır olduklarına inanmak hatmin edeplerindendir.
Dirilerden ve ölülerden olan meşâyıhi ziyaret edebi: İlk önce niyetin hâlis olmasıdır. Şu şekilde ki; ziyaret ettiği meşâyıhin evliyaullahtan bir veli olduğuna inanmalıdır. Eğer ziyaret eden kişi tarikat ashabından yani müridlerden ise, o ziyaretle Allah’ın rızasından başka dünya ve ahirete ait istekler istememelidir. Ve kesinlikle imtihan ve zâhiren gönül açıklığı istemekten, şeyhten keramet görmeyi istemekten uzak durmalıdır. Çünkü imtihan edici lanetlenmiştir...
Ziyaret giderken tam temizlik üzere olmalıdır. (Abdest, gusül...) Sırf mürşidine rabıta yapıp Fâtiha- ı şerif ve İhlâs okumalıdır. Eğer ziyaret ettiği zât mürşidinden başka birisi ise, aynı şekilde mürşidi için okuyup ve mürşidinin ruhaniyetine vesile kılıp ve o zâta mürşidini şefaatçı saymalıdır. Sonra yürümeye başlayıp, âsilere şefaatçı yolu üzere rabıtayı önünde olarak düşünmelidir ve bütün günahlardan, mertebelerinden ve amellerinden ve zühdünden (yasaklardan kaçınıp vakitlerini ibadete ayırmak) birkaç kere istiğfar etmelidir. Şöyle ki: kendisini âsilerin en âsisi sayıp, hiçbir salih amelinin olmadığını bilmeli ve hiçbir şey okuyamayan cahil saymalıdır.
Mürşide ve Allah dostlarına hizmet etmek istediğinde; kendisinde zühd, takva, fazıl, ilim ve bilakis aklın var olduğunu unutmalıdır. Öyle ki ehlullahın karşısında aklı ile bir şeyi diğer şeye benzeterek hüküm vermesin ve kendisi bir şey icat etmesin.
Tarikat esnasında atılan adımlardan ve tarikat meşakkatlerinden asla, ebedî olarak zorlanmayıp bilakis Hakk tarafından kendisine verilmiş halis meziyet ve nimet bilmelidir. Çünkü mürşidini kast eden kimse Hak Celle ve Âla Hazretlerini kast eder. Muhabbetin doğruluğunun alâmeti, sevdiği tarafına ulaşmak için gittiği yolda eziyet katlanmaktır.
Mürşidinden mânevî feyiz ve yardımından başka, kendisiyle ilgilenmesini ve konuşmasını ümit etmemelidir. Çünkü Allah dostları sevdiği kimseden zâhiri ilgiyi keser. Ve ziyaret ettiği zâtın bihasebizzahir ilminde ve amelinde, bâtınına kemaliyle itikad edip, onu hikmete yormalıdır. Kendi hakkında olan eksiklerden istiğfar etmelidir.
Ziyaret ettiği zât diri yada ölü olsun hizmetine giderken, feyiz almak için kalbini vukuf-u kalbi üzere hazırlamalıdır. Bu sayılan dört şart ölü ve diri olan veli hakkında ortaktır.
Ziyaret edilen zât ölü ise, kapılarından her birinde “Esselamü aleyküm tehiyyaten minni ileyküm el Fâtiha” ( Benim tarafımdan size Fâtiha olsun. Dünyevî ve uhrevî işlerimin kolay olmasında sizi vesile yapıyorum) diye selam vererek Fâtiha ve İhlâs-ı şerif okumalıdır. Kıbleye arka dönük hâlde, ziyaret ettiği ölünün ayağına yakın olarak zâta yönelir ve rabıtayı; mezardaki şahsın kendisi için şefaatçi olduğunu düşünüp, bu şefaat ile onu kendisine vesile kıldığı hâlde yapmalıdır. Sonra selam verip, ayakta Fâtiha ve İhlâs-ı şerif okumalıdır. Sonra tekrar oturup Kur’an’dan bir aşir okumak daha faziletlidir. Ondan sonra, o velinin kalbini, kendi kalbine bitiştirdiği düşünmeli ve velinin kalbinden feyiz talep etmelidir. Fakat kendi kalbini velinin kalbinden bir miktar aşağı edip vukuftan gafil olmamalıdır. Son derece yalvarma ve kırıklık ile feyiz talep edip, mezardaki zâtın feyzinin çokluğuna ve ondan, kendi kalbine feyzin geldiğine son derece hüsn-ü zan etmelidir. Çünkü feyzin gelmesine çare olan şey feyzin geldiğine inanmak ve hüsn-ü zan etmektir. Nitekim hadis-i kudsîde : “Ben kulumun zannı üzereyim” buyuruldu. Yukarıda, daha önce açıklaması geçtiği şekilde feyzin gelmesine çare feyzi görmek ve anlamak değildir. Bunu iyi anla. Bu feyiz talep etme ve oturmanın müddeti, ziyaret edenin zevk ve cemiyeti miktarıdır. Ondan sonra kendisine, mürşidine ve mü’minlere dua etmelidir.
Duaya başlarken, mürşidini mezardaki zâta şefaatçi ve vesile kıldığı gibi mürşidine de mezardaki veliyi vesile kılıp, mürşidiyle ona tevessül etmelidir. Taki o velinin lûtfu kendisiyle beraber ve kendisi hakkında bakışı ziyade olsun. Çünkü mubah olan bir şey için dua edenin duasına mezar sahibi elbette amin der ve Haktaâlâ’nın iyilik ve yardımıyla o dua elbette kabul olur.
Duadan sonra Fâtiha ve İhlâs-ı şerif okumalıdır. Yahut ziyaretinin evvelinde okuduğu gibi sonunda da Kur’andan bir aşir ile beraber okuyup ayağa kalktığında, “benim tarafımdan size selam olsun. (Fâtiha) dünyevî ve uhrevî işlerimin kolay olmasında sizi vesile yapıyorum” demelidir. Aynı şekilde ilk geldiğinde okuduğu gibi kapılardan her birinde bu şekil üzere selam verip, Fâtiha ve İhlâs-ı şerif okumalıdır. Geliş ve gidişinde gülmemeli ve faydasız işlerden uzak olmalıdır. İşte ziyaret edebinin tam ve noksansız yapılma şekli budur. Selam, hidayete tâbi olanların üzerine olsun.
Tasavvuf yoluna bağlanmak ve nefse galip gelmek için yapılan gayret edebi :
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler için yarattım” âyet-i kerîmesine son derece boyun eğerek ve kulluktan başka diğer sebep ve maksatlardan niyetini saflaştırmalıdır.
O sebepler, ister dünya ait işler yahut ahirete ait işler olsun, isterse içe ait olan mânevî hâllerden futuh, kurb ve vellik ve diğer şeyler olsun eşittir. Bilakis kalp gözünü, hayalindeki bütün düşünceleri silip, pak olan Zât-ı Mukaddes Celle Celalühü Hazretlerine dikmelidir. Zât-ı Bâri’yi kesinlikle bir karşılık ve maksat için değil de, kendi zatı için murad etmelidir. Allah’tan başka ve yersiz olan isteklerden müride bir şey arız olsa, hemen tevbe ve istiğfar ederek gidermelidir.
Bütün günahlardan tevbe guslüyle gusledip kendisini ölü sayarak, bu guslü aynı şekilde ölünün yıkanması saymalıdır. İki rekât tevbe namazı kılı,p dünyadan ve tekrar yeryüzüne çıkmaktan ümidini kesmelidir. Çünkü yeryüzüne çıkmaya kast ve ümit eden kimse, mânen dışarıdan (yeryüzünden) içeriye (mezara) girmiş değildir. Mürid aldığı nefeslerden her nefesi son nefes sayıp namazlarında, zikir halkasında gafil olmamalıdır ki, Mevlâsından gafil olduğu sırada ruhu bedenden çıkmasın. Çünkü işin kaynağı bâtınadır. Hadis-i şerifte: “Ameller ancak niyetler iledir” buyuruldu.
Devamlı abdestli olmalıdır.
Gece gündüz zikre devam etmektir. Fakat yalvarma ve kırıklık ile zikir etmelidir.
Vukuf-u, araya bir şey sokmadan açık (aralıksız) oluncaya kadar, helâda bile olsa vukuf-u kalbiye devam etmelidir.
Ahiretle bile ilgili olsa bütün düşünceleri atmalıdır.
Her an kalp ile talebe devam etmelidir.
Kalbini mürşidin kalbine rabt etmek ve feyiz talep etmek için mürşidin kalbinden ayrılmamaktır.
Şeriatın gerektirdiğinin dışında söz söylemek, konuşmamaktır.
Yemeği azaltmalıdır. Yediği şey, hayvani gıda olmaması daha iyidir.
Uykuyu azaltmalıdır. Huzuru Bari’ye aynen görmekten dolayı, edep olarak ayak uzatmadan uyusa daha iyidir.
Bütün mahlûkattan, hatta gafil müridden bile uzak olmalıdır. Çünkü gafilin gafleti müridin kalbine aksedip, gaflet, vesvese ve ayrılık getirir.
İhlâslı ve rızkı helâl olan müridin pişirdiği pahalı ve çok lezzetli olmayan helâl ve temiz yiyeceklerden yemelidir. Fakat müridin yemesi huzur üzere olup, aç gözlülükten ve gafletten kaçınarak olmalıdır. Çünkü gaflet lokması gaflet, huzur lokması huzur getirir. Eğer yemeğin üzerine rabıtayla beraber silsile-i şerife okusa son derece nurlanmış olur. Aynı şekilde her gece silsile-i şerifi okuyup, kötülükle emreden nefsin mahvolması için onları vesile kılıp, meşâyihtan yardım talep etmesi müstehaptır.
İstekler ve maksatlar terk edip, gayreti muhafaza etmelidir. Şöyle ki, menfaat için yada zararın defi için himmet beklemeyip, bilakis teslim kapısına başını koymalıdır. Çünkü denildi ki: İbadetten, ubûdiyyette olmaktan başka bir şey kastolunmaz.
Mubah, sünnet ve vacip olan amellerin cüzlerinden her bir cüzde Efendimize tâbi olmaya niyet etmelidir. Fakat bu ittibayı murad etmek, istekler ve sebeplerden değildir. Bilakis mânada maksatları ve sebepleri defedicidir. Akşam ile yatsı arasında ve fecrin doğmasıyla güneşin doğması arasında teheccüd, kuşluk, işrâk, evvâbin namazlarını kılmak ve uyumayı dilediği vakit abdest yenilemek âşikâr şeylerdir.
Kendisini yok saymak. Çünkü, “senin varlığın bir günahtır ki ona başka şey kıyas olmaz” denilmiştir. Bu hâli kazanmak için, devamlı olarak ölümü düşünmek, nefsine inat olarak, hırs ve ümidini kesmek için nefeslerinden her bir nefeste ölümü sevmektir. Eğer böyle yapmazsa ebedî olarak kalbinden dünya sevgisi gitmez, yok olmaz. Dünya sevgisi ise her bir hatanın başıdır. İnsanın varlığı da aynı şekilde dünyasıdır. Çünkü, “senin dünyan, seni Mevlâ’dan meşgul edendir” denildi
Kendisini sâlik saymayıp, bilakis ısıran, azgın köpek saymalı, insanlar zarar görmesin diye kendisinin hapsedilmesini vacip görmelidir.
Varlığından ve amellerinden dolayı üzülmelidir.
Allahutaâlâ Hazretlerine son derece hüsn-ü zan edip sırf fazlına yapışmalıdır. Allah’ın hilesi, helâk olandan gizli bir kahrı ilahidir. Bundan Allahutaâlâ’ya sığınırız.
Allah’ın hilesinden ziyadesiyle korkmalıdır.
Mürşidine sevgisi ve ihlâsı çok olmalıdır. Avarif isimli kitabın mütercimi: “ şeyhini tek bilmek vaciptir. Tek bilmemekle bir şey ortaya çıkmaz.” demiştir.
Edeplerin sınırı ve sayısı olmayıp, aklına gelmesi ve ortaya çıkması makam itibariyledir. Herkes makamına göre edep yapar. Edebin bütün cüzlerine dikkat etmek, Allah tarafından kalbe atılmasıyla olur. Çünkü makama uygun olmayan edep kötü edep ve ayıplanmış olmaya döner. Edebin makama uygun olması lâzım olduğu gibi edeplerin bazısı meşreb sahiplerine göre farklıdır. Çünkü tarikat şeyhleri Sahabenin (r.a.) adımları üzerine sülûk ederler. Sahabenin huyları, ahlâkları da son derece farklı farklıdır.
Çünkü onlardan bazısı bütün malını infak eder. Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi.
Bazısı malının yarısını infak eder. Mü’minlerin emiri olan Hz. Ömer (r.a.) gibi.
Bazısı şakayı sever Nu’man (r.a.) gibi. Bazıları şakaya meyl etmez Hz. Osman (r.a.)gibi.
Sahabenin (r.a.) hâllerini ve özelliklerini bilenler huylarının da farklı farklı olduğunu bilir. Netice olarak şeyhlerin huyları da böylece farklı farklıdır. Çoğu zaman bir işte bir şeyhin edebi diğer şeyhin edebine zıtlığı gerektirir.
Ehlullah’ın, “Allah’a (ulaştıran) yollar, kulların tâbiatlarının adedincedir” sözü bu mânaya işaret etmektedir. Meşrepler de böylece birçoktur. ..
Allah’tan affı, dünya ve ahirette afiyeti, yalvarmak ve boyun kırıklığı üzere devam etmeyi, niyetlerde ve diğer hâllerde ihlâs ve sıdkın kemalini istiyoruz.
Allahutaâlâ bizleri, seçilmiş olan peygamberlerin hürmetine istikamet ve güzel bir ölümle rızıklandırsın. Dualarımızı kabul et, ey isteyenlere istediğini veren!
İns ve cinnin Efendisine ve salih ve kerem olan aline salat ve selam olsun. Amin...